sy/istanbul

13 March 2014
17 February 2014
10 February 2014
17 December 2013 | Las Palmas/Gran Canaria
25 November 2013 | Fuerteventura-Gran Tarajal
21 November 2013
07 November 2013 | Lanzarote
04 November 2013 | Lanzarote
28 October 2013 | Lanzarote
12 September 2013 | rabat
02 September 2013 | Cebel-i Tarık
08 August 2013 | Ibiza
01 August 2013 | Sardegna
15 July 2013 | Palermo
05 July 2013 | Trizonia
03 July 2013 | Trizonia
10 June 2013 | palamutbükü
31 May 2013 | marmaris
05 May 2013 | marmaris

FILM SETI DEGIL, SADECE BIR ADA...

29 March 2014
6 Şubat 2014 sabahı çıkış işlemlerimiz için ilgili ofisi arıyoruz. St Pierre, Martinique adasının Avrupai havasının biraz dışında. Daha çok yerel (Karayipleri anlatırken; siyahi, zenci, kara derili, renkli, negro, gündüz feneri v.b. tanımlarını kullanmak istemediğimden, onları anlatırken sadece "yerel halk" tanımını kullanacağım) halkın olduğu, turistin çok az olduğu, birazcık pisin-pasağın olduğu bir yer. Hatta çıkışımızı aldıktan sonra markete bir kaç şey almaya giderken, önümüzde yürüyen adalı, sola yanaşıp, duvara karşı işini görünce şok olduk gözümüzün önünde olanlara, adam bize gülerek Fransızca, "bu duvarı pas geçemiyorum, ne yapayım huyum kurusun" demiş olabilir!

Buralara çok sık yağmur düşüyor; bazen mavi, bazen de siyah bir gökyüzünden..
Şimdi ki, ardında nefes kesen bir gökkuşağı bırakıyor.
Türkiye'de belki senede bir defa denk geldiğim gökkuşağını, buralarda günde bir kaç kere, çifter çifter görsemde her defasında fotoğraf makinesini kapıp, bu mucizeyi kadraja hapsetmeye çalışıyorum.
Eksikleri giderip, yağmurun dinmesini bekliyoruz. Bir yağmur klişesi olan "şeker değiliz ya, erimeyiz"i kullanıp, hafifleyen yağmurda çıkıyoruz saçak altımızdan.
Bir daha ki yağmurda "erime" ihtimalimden Ender'e bahsedeyim diyorum:))

Atlantik geçişimizden sonraki ilk seyirimiz St. Pierre/Martinique adasından, Roseau/Dominica adasına olacak. Toplam 36 denizmili yolumuz var. Bu etabın 25 Dm'lik kısmını, açık denizde ve okyanus dalgalarının hiçbir kara engeline takılmadan, hatta iki adanın arasında sıkıştığı için daha da "şenlenmiş(!)" haliyle gideceğiz.
Apaz'dan aldığımız rüzgar (Kuzeydoğu 20-25 knot esiyor) ve dalga sancak bordamızı dövüyor (yani teknenin sağ yan tarafına, dalga boyu 3-3,5 metre olarak geliyor).
Dalgalar bordada patlar, teknenin burnu suları yararken, havaya tuzlu su serpintisinden kanatlar yükseliyor.

"Bunlar tam benim havalar işte", diyorum ve kıç kamaranın yolunu tutuyorum, şu bulantı önleyici saatimi de çalıştırmayı ihmal etmiyorum. Şimdi diyeceksiniz ki, "okyanus geçtin hala mı deniz tutuyor?" Okumaya devam edin, anlayacaksınız!

Adanın kuytusundan çıktıktan yaklaşık iki saat sonra (yola çıkalı toplam 3,5 saat olmuş) havuzluğa çıkıyorum feryat figan. Atlantik geçerken alerji yapan saat, yine marifetini ortaya koyunca çıkarmıştım. Aşağıda mide bulantısıyla baş edemeyince havuzlukta daha rahat ederim, temiz hava alırım, ufka bakarım, birşeylerle uğraşırım (bunlarda mide bulantısını önleme klişeleri) diye kendimi dışarı atıyorum (komik ama şimdi yazarken bile midem bulanıyor). Ender yazık benimle mi ilgilensin, yelken-melken, yoluna mı baksın!!
Neyse efendim lafı uzatmayayım, havuzluğa çıkışımın yaklaşık onuncu dakikasında, içimi-dışıma çıkarıp, ters-düz olana kadar kusuyorum, mideciğimdeki (4 saat önce yediğim) croissant-kahve kalıntılarını bitirip, özsu-mözsu ne varsa atıyorum dışarı, midem de ağzımdan çıkmak istemiyor mu, nasıl kasılıyor, yanmak ki ne yanmak!
Bu arada havuzlukta yerde oturuyorum. Oturduğum yere, üstüme başıma artık nasıl, nereye denk geldiyse çıkarmışım. Dayanamıyorum artık diye bir yandan ağlıyorum, bir yandan Ender'in getirdiği kağıt havlu-ıslak mendil teşkilatı ile beni temizlemeye çalışıyoruz.
Üç çeyrek saat sonra biraz gözlerimi açıyorum, hala çıkardığım şeylerin üzerinde oturuyorum, Ender'in her türlü teklifini reddettiğimden, kendime biraz olsun gelebilmek için oturmaya devam ediyorum. Sonrasında Dominica adasının kuytusuna girdiğimizden (zaten 2-3 denizmili kadar yolumuz kalmış, geldik sayılır) hemen duşa giriyorum, Ender'de denizden aldığı suyla havuzluğu bir güzel yıkamış. Duştan çıktığımda, Alper abi ve Nilüfer ablanın tavsiyesiyle, Pancho'nun tonozlarından birine bağlanmak için başüstüne çıkıyorum. Pancho'nun asistanı İngilizce "hoşgeldiniz" diyor. Ada eski bir İngiliz kolonisi. Şimdi de, Dominik Cumhuriyeti ile karıştırılmamak için, "Comonwealth of Dominica" diye anılıyor. Bu arada içi-dışına çıkan ben değilmiş gibiyim. Sakin sulara gelince Allahtan unutuluyor kötü şeyler.
Yoğun aksanıyla Pancho'nun asistanı, burada ilk kez mi bulunduğumuzu, giriş yapmak için merkeze gitmemiz gerektiğini, ada turu almak isteyip istemediğimizi, onun yapmasını, bulmasını, almasını istediğimiz bir ihtiyacımızın olup olmadığı gibi şeyleri sorarak yada söyleyerek ada hakkında bilgilenmemizi sağlıyor. Saat 17:00'ye geldiğinden girişimizi sabah yapmak istediğimizi söylüyoruz. Kyle da bize bir taksi ayarlayacağını söylüyor.
Kyle'ın bize verdiği tonoza bağlandık ama sahile o kadar yakınız ki! Kara ile aramızda 20 m. civarı bir mesafe var. Buralar çok derin olduğundan demir atmanın iyi bir fikir olmadığı tonoza bağlanmanın daha sıhhatli olduğu söyleniyor. Bizim bulunduğumuz yerde derinlikler 25 m.
Akşam sallan-yuvarlan bir şeyler yiyip yatıyoruz, feci solugan alıyoruz. Kusmaktan daha iyidir diye düşünüyorum!

Sabah randevulaştığımız saatin öncesinde karada hazır bekliyoruz, şöförümüzde yarım saat erken gelince, zaten çok yakın olan merkeze saat 10:00 olmadan ulaşıyoruz. Giriş işlemleri konusunda Fransızlar kadar pratik değillerse de 20 dakikada bitiriyoruz işlerimizi, şimdi etrafı keşfetme zamanı.
Bir kere Dominica daha Karayip Karayip gibi geliyor. Kesinlikle Avrupa kentlerinden birindeymişiz hissi yok. Hatta benim gibi tırsak biri için, gördüklerimin "karabasana" dönüşmesi an meselesi gibi. Gözlerim büyümüş, gelecek tehlikelere karşı gardımı almış yürüyoruz. Önce soğuk birşeyler içmek için oturuyoruz, karşımıza çıkan ilk yere. Limanda iki adet ütü kılıklı, çok katlı, kocaman cruise gemisi var. Etraf Amerika'lı ve Kanada'lı turistten geçilmiyor. Bir kaç gün buralarda olduğumuzdan tur işini aceleye getirmeyelim diyoruz. Turak çiftinin verdiği bilgiler ve okuduklarımızdan çıkan sonuç, bu adayı dolaşmadan gitmek, "delilik olur".

Biraz alış-veriş biraz dolaşma, Türkiye'de ki "kartpostal ekibimize" kartlarının postalanması (Annem-Gürcan, Rukiye, Özlem-Hasan, Nart-Özlem-Abim) derken, yoruluyoruz. Yolumuzun üzerinde olan yat marketten bir şeyler almak düşüncesiyle yürüyerek tekneye dönüyoruz. Bulunduğumuz yer ile merkez yürünmeyecek bir mesafede değil aslında.
Yürümeyi tercih etmediğimiz zamanlarda Türkiye'de ki minibüs şöförlerini aratmayacak kadar mahir (ani ve sert frenler, yüksek sesle müzik -birinde Bob Marley, diğerinde İbrahim Tatlıses-, keskin virajlara iki teker üstündeymişçesine girmek, minibüste ki müşteri sayısı az ise ağır ağır sallana sallana gitmek) Dominica'lı arkadaşların kullandığı minibüslere biniyoruz, en belirgin iki fark ise; biri ten renkleri, diğeri trafiğin sağdan akması!!

Sabah ada turu için hazır bir şekilde merkeze iniyoruz. Başka bir Dominica durak yerimiz Portsmouth'a gitmeden önce yakıt ve su ikmali yapacağımız yere uğrayıp ertesi gün yani Pazar günü için randevulaşıyoruz.
Merkeze bir geliyoruz ki kapı-duvar. Nerede önceki günün telaşesi, kalabalığı, ada turu satmak için bize nefes aldırmayanlar, yada taksi ile adayı dolaştırmak için başımızın etini yiyenler?
Cruise gemisi yok=hayat yok, durmuş gibi resmen!! Elimiz böğrümüzde, mahsun bir şekilde bir kaç dükkanı açılmış olan pazar yerine gidiyoruz. Ender genç bir kıza ada turu için taksiyi nereden bulabileceğimizi soruyor, kız ise "bir bakıp geleyim şimdi" diyor, dükkan tezgah bize emanet. Tesadüf kızın arkadaşı geliyor o esnada, anlatıyoruz durumu yeni gelene, "Indian River" adanın neresinde, yada Trafalgar Şelaleleri (nam-ı diğer "kızkardeşler" yada ikizler), Unesco tarafından "World Heritage Site" ilan edilmiş Morne Trois Pitons National Park'ı soruyoruz peşpeşe. O da elinden geldiğince cevaplıyor bizi, en faydalı bilgi ise Indian River'i Portsmouth'a gidince görebileceğimiz ve eğer istersek Trafalgar Şelalesine minibüs ile 20 dakika da gidebileceğimiz bilgileri oluyor. Taksi bakmaya giden kız da geldi, bulmuş birini, gidip şöförle konuşuyoruz, Indian River'i Portsmuth'a gidince görmeyi düşündüğümüzü söyleyip, teşekkür ediyoruz kendisine. Akşama festival olduğunu öğreniyoruz bu arada. Ender'i minibüsle şelalelere gitmeye ikna ediyorum. İyi ki de ediyorum.

Merakla geçtiğimiz yollara bakıyoruz, minibüs de tırmandıkça tırmanıyor. Ada sürekli yağış aldığından yeşil, hatta fazla yeşil, biraz da vahşi bir tabiatla karşı karşıyayız. Trafiğin ters aktığını unutup, yüreğimizi ha bire ağzımıza getiriyoruz. Adalı şöför bizi şelalelere geldiğimizi söyleyip indiriyor. Girişte Ulusal Parkın küçük bir gişesi var ve biletlerimizi alıyoruz. Gitmemiz gereken yönü tarif ediyorlar. Ellerimizde kayıt yapmak için muhtelif makinelerle adım adım ilerliyoruz. Şelaleye giden yönlendirme tabelalarını takip ediyoruz.
Yağmur ormanlarına gelmişiz gibi hissediyoruz. Ender'e çaktırmasam da börtü-böcek yada daha başka canlıları göreceğim diye ödüm kopuyor. Yürümeye devam ettikçe daha çok yeşile bürünüyor etraf. Gökyüzü neredeyse görünmüyor, güneş ışıkları olmadığından serin, ara ara ürperiyorum. Neredeyse soba borusu kadar kalın, sarmaşıkvari dallar sarkıyor, çok ama çook uzun ağaçlardan.
Tabii ki Tarzan-Jane-Çita üçlüsüne değiniyoruz. Aaaaah-aaah-aaah-aaaaaaah!!
Bu dallar değil Tarzan'ı-Jane'yi "Baskül Ailesini" bile taşır.

Şaşkın ve büyülenmiş bir şekilde ilerlerken artık şelalenin homurtulu sesini de duymaya başlıyoruz. Yaklaşık yarım saatin ardından seyir terası gibi bir yere geliyoruz. Önce doyasıya seyrediyoruz kızkardeşleri yada ikizleri. Kızlardan biri ince, uzun ve sıcak; diğeri geniş, kısa ve soğuk, buz gibi. Demek ki çift yumurta ikizleri diyorum:))
Aşağıya inmeye başlıyoruz. Minik minik göletlerin olduğu, uzun kızın döküldüğü yerden karşıya geçmemiz gerekiyor. Ayaklarımız ıslanıyor hafiften "aa bu su sıcakmış ki" diyorum. Burayı dönüş yolunda değerlendirmek üzere devam ediyoruz. Üstleri yosun tutmuş kocaman kayalardan (seyir terasından sonra yürünecek yol yok) kaymadan ve düşmeden, hoplaya-zıplaya devam ediyoruz şişman ve agresif kardeşe doğru.
Yaklaşık 15 dakika sonra daha gürül gürül akan ikinci şelaledeyiz. Aslında adaya cruise gemisinin gelmemiş olmamasının kıymetini burada anlıyoruz.
Bizim haricimizde iki çift daha var. Bir çift şelalenin döküldüğü yerde suyun içindeler, diğer çift ise kayaların üzerine uzanmış, tembellik yapıyorlar. Biz hazırlıksız geldiğimizden (bikini, havlu) suya giremiyoruz. Bu güzelliğin içinde olmak bile bize yetiyor. "Niagara" değil elbet ama Trafalgar Şelaleri de görülmeye değer doğrusu diyoruz.

Dönüşte ilk geçtiğimiz şelalenin kaplıca misali, sıcak sularına dizlerimize kadar giriyoruz. Bu arada bir turist grubu geliyor ve sere-serpe suya giriyorlar, biz niye düşünemedik(!) diye gülüşüyoruz.
Aynı yoldan, aynı sistemle Roseau'ya dönüyoruz. Büyükçe sayılabilecek bir marketten eksiklerimiz gideriyoruz ve tekneye dönüyoruz. Karnavaldan önce biraz dinlenelim diyoruz.

Havuzlukta dinlenirken Kyle uğruyor tekneye her şey yolunda mı diye soruyor ve ekliyor bu akşam Ender'e dikkat etmeliymişim çünkü etrafımız karnaval münasebetiyle "çok güzel bayanlarla" çevrili olacakmış. Martinique'deki yerel insanların güzelliği bizi zaten etkilemişti. Dominica'da ise. geldiğimizden günden itibaren etrafımızda şişman, çok şişman, hatta çook şişman (özellikle kadınlar, şişman erkek henüz görmedim) ve çok özür dileyerek çirkinlikte birbirleriyle yarışacak düzeyde bayanlar gördüm. Bakalım bakalım belki Dominica'lı dilberler akşam karnavalda boy gösterecektir!

Karnaval geçişi başladığından bizde yerimizi alıyoruz. O kadar kalabalık ki adada bu kadar insanın yaşadığına ihtimal vermek zor.
Alı al, moru mor, turuncu, yeşil, pempenin yüzlerce tonu, yüzlerce melodi eşliğinde cıvıl cıvıl, rengarenk bir insan seli akıyor önümüzden. Kyle'nin iddiasının boş çıktığını da görüyoruz. Darılmaca, gücenmece yok, Martinique'li kadınlar çok daha güzel.

Pazar sabahı Kyle'a ödememizi yapıp, yakıt ve su ikmali için yarım mil mesafedeki iskeleye yanaşıyoruz. İşlerimizi bitirip, adanın kuytusunda 18 dm'lik seyirimizi yapıyoruz. Portsmouth'a geldiğimiz de yine Turak çiftinin tavsiyesi üzerine "Cobra"nın tonozlarından birine bağlanıyoruz. Hırsızlığın çok yaygın olduğu Dominica-Portsmouth'da demir de atabiliriz. Ama eğer tonozlardan birine bağlanırsak Cobra'nın önderliğinde, P.A.Y.S. (Portsmouth Association of Yacht Services) olarak kurulan birlik tarafından teknemiz 24 saat korunacak. Cobra'nın asistanlarından biri bağlanmamıza yardımcı oluyor. Bir diğeri gelip akşama plajda barbekü partisi olduğunu, katılmak isteyip istemediğimizi soruyor. İlginç olabileceğini düşündüğümüzden "evet" diyoruz ve alıyoruz biletlerimizi.

Portsmouth, Roseau'ya göre daha küçük, çok daha Karayip gibi geliyor bize. Belki biraz da tekinsiz. Herkesin kafalar bir dünya, dumanlı ki ne dumanlı. Sahile adımınızı attığınız anda, para ve sigara sektirmeden istedikleri şeyler. Biz talepçilere kibarca hayır desekte, onlar tekrar tekrar istemekten vazgeçmiyorlar.

Akşam sahilde yapılacak olan barbekü partisi için karaya çıkıyoruz. Mis gibi kokular yükselmeye başlamış bile. Rum punch eşliğinde diğer yatçılarla tanışmaya ve sohbet etmeye başlıyoruz.
Yapması en kolay ve yaygın rum punch tarifi ise;

1 ölçek ekşiden,
2 ölçek tatlıdan
3 ölçek sertten,
4 ölçek hafiften

ekşi için, limon yada lime suyu
tatlı için, esmer şeker yada şeker şurubu
sert için, tercih edeceğiniz herhangi bir Rum markası
hafif için, kırılmış buz

Yemekler yendikten sonra masa ve sandalyeler kaldırıyor. Beach Party Timeee!!
"Reggae" ve neredeyse sınırsız Rum Punch eşliğinde gecenin geç saatlerine kadar dans ediyoruz. Tekneye dönme zamanı geliyor, e uykuda bir ihtiyaç!!

Sabah kahvaltı sonrasında çıkış işlemlerimiz için, şişme botumuzla Portsmouth'un merkezine gidiyoruz. Bir kaç eksiğimiz var onları tamamlıyoruz. Öğleden sonra ise "Indian River" turu yapacağız.

Cobra'nın asistanlarından biri bizi teknemizden alıyor ve nehir turunun başlayacağı yere götürüyor. Tur kayıklarından birine kuruluyoruz. Nehirde motor yasak 1 denizmili kadar rehberimiz kürek çekecek. Sabah saatlerinde ki tura, işlerimiz olduğu için katılmak istememiştik ve iyi ki öyle yapmışız. Bize özel bir tur oldu. Rehberimizi can kulağıyla dinleyerek nehrin ağzından içeri giriyoruz ve heyecanlıyız. Dominica'da (her güne bir tane) toplam 365 adet nehir-akarsu varmış ve Indian River deniz seviyesinin altında olduğundan, (gel-git'in de etkisiyle) tatlı nehir suyuna, tuzlu su karışıyormuş.

"Yağmur Ormanları" mı desem, "Film Seti" mi desem, "Dinazorlar Çağı" mı desem, ne desem bilemedim. Belki Indian River hepsidir ve biz aslında yokuzdur!!

Zaman zaman derinliğin 60-70 cm.'ye düştüğü yılankavi nehirde santim santim ilerliyoruz. Yine ağızlar bir karış açık tabi. Dominica'ya gelirken ters-düz olmuştum, burada da alt-üst oluyorum. Ağaçlar o kadar sık ki, güneş ışığını neredeyse hiç almıyoruz. Eşsiz ve bir o kadar da vahşi görünen Indian River'de, bir gece geçirmek zorunda olduğumu düşünüyorum da, ensem ürperiyor. Ya sabaha çıkamazdım yada aklımı yitirmiş olurdum.

Rehberimiz bizi önce derme-çatma gibi duran bir kulubenin önüne götürüyor. Karayip Korsanları filminin, devam filmlerinden "Death Man's Chest" (Ölü Adamın Sandığı)'in bazı sahneleri burada çekilmiş, gördüğümüz kulübe, filmde ki Lady Calypso karakterinin kulübesi. Filmin sıkı takipçisi olduğumdan, bu ayrıntı çok hoşuma gidiyor.

Burada ki ağaçların "Mangrove" ailesinden "Bwa Mang" olduğunu (mangrove; tropikal bölgelerde, gel-git sonucu oluşan haliçlerde, tuzlu bataklıklarda, deniz kenarlarında, sık, uzun, ve kavisli topraküstü kökleriyle dip çamuruna tutunan ağaç türlerine deniyor) öğreniyoruz. Mangrovların, deniz seviyesinin altında dip çamurununa kök saldığını ama Bwa Mang'ların toprağın neredeyse yüzeyinde köklendiğini öğreniyoruz. Ayrıca "katilimsi" karıncaları, Mangrove yengeçlerini, bukalemunları, çeşit çeşit kuşları ve balıkları hem görüyoruz hem rehberimiz tarafından bilgilendiriyoruz.

Nehir kıyısında palmiyeler de var. Hatta bir kümenin önünde duruyoruz ve rehberimiz uzanıp bir kaç yaprak kesiyor. Rehber bir şey söylemeyince, bizde sormuyoruz niye yaprakları kestiğini. Ne olduğunu anlayamadık, hayırlısı bakalım.

1 saat kadar sonra, ormanın derinliklerine gizlenmiş bir cafe-bar'a geliyoruz. Hem bir şeyler içeceğiz (rehberimiz, ev yapımı, bir çeşit rum punch olan "Dynamite"yi denememizi öneriyor) hem dinleneceğiz.

Siperişlerimizi verip etrafı keşfe çıkıyoruz. Özellikle kırmızı çiçeklerin hastası, "Hummingbird" denilen sinek kuşlarından görüyorum ve hiçbirini fotoğraflayamıyorum:(
Çok minikler ve bir o kadar da hızlılar.

Dominica'da onlarca çeşit mango, muz ve ananas yetiştiriliyormuş. Bu bilgiler de yine rehberimizden.
Bir bilgi de benden, (rehberimizin bahsetmediği ve bizim maalesef tecrübe ettiğimiz) Dominica'da yüzbinmilyonbin sivrisinek çeşiti olduğunu düşünüyorum. Ne yaparsanız yapın, ne sürerseniz sürün, çaresi yok şişleniyorsunuz ve daha da kötüsü günlerce derinizi yolarak kaşınıyorsunuz. Sivrisinek Karayipler genelinde bir sorun ama Dominica'da bu sorun taçlanmış vaziyette.

Rehberimiz kayıktayken kestiği palmiye yapraklarıyla birşeyler yapıyor. Örüyor, kesiyor, birleştiriyor. En sonunda yapraklar, Zümrüd-ü Anka ve Melek balığına dönüşmemiş mi? Ellerimi çırpıyorum, çok güzel olmuşlar!!

Rehberimiz şovunu yaptıktan sonra, geldiğimiz yoldan nehri sanki ilk kez görüyormuşçasına geri dönüyoruz. Ben şimdiye kadar böyle bir güzellik görmedim!!

Cobra'nın asistanı tarafından, gün akşama dönerken teknemize götürülüyoruz. Tekneyi ufak ufak toparlıyoruz. Sabah erkenden başka bir Fransız adası olan Guadeloupe'ye doğru yola çıkacağız.

Hava yolculuk için uygun görünse de, bulantı ve kusma fikri beni endişelendiriyor ve endişe bir kurt gibi kemiriyor beynimi!!

Buket








ILK DURAK MARTINIQUE

13 March 2014
Günlerin ve gecelerin ardından mürettebat haricinde başka insanlar görmek, karanın ve marinanın nimetlerinden faydalanabilmek bizim için mutluluk vericiydi, hatta çocuklar gibi şendik. Yoldayken yapılacak şeylerin hayalini kurarak, motivasyonumuzu yüksek tutmaya çalışarak gelmiştik bu günlere.

Saat 12:00 (yerel saat) gibi marinada bize gösterilen yere bağlandıktan sonra, hemen duşlarımızı alıp, tekneyi neredeyse neta bile etmeden yollara vuruyoruz kendimizi, istikamet "Nasreddin Hoja"
Seyir esnasında bazen ellerimle yüzümü kapatıp "Allahım ya Nasreddin Hoja kapandıysa" diye karaları bağladığım zamanlarda, Ender "kapandıysa ben sana yaparım Lahmacunu, kebapı, merak etme sen" diyordu.

Marinanın karaparkına (çekek alanı) Nasreddin Hoja'ya doğru yürümeye başlıyoruz. Günler sonra yürümek biraz tuhaf geliyor. Yürümeye alışıyoruz ama bu sefer sıcakta yürümek zor geliyor; yok yok gelmiyor, Allahım şükürler olsun, sıcak-mıcak yürüyebiliyoruz ya:))

Bir kaç kişiye soruyoruz aradığımız yeri ama net bir cevap alamıyoruz. Şimdilik karnımızı (saat 14:30 suları ve çoook açız) bir şekilde doyurmayı, Nasreddin Hoja'yı sonra bulmayı kararlaştırıyoruz. Gerçi ben lahmacun, kebap, döner hayalleriyle pek bir gönülsüz evet diyorum. Marinadan çıkarken (çıkış kapısının tam karşısında) "Elite Kebap" diye bir yer görmüştük, geri dönüp orayı bir değerlendirelim diyoruz. Dönüş yolunda beylere "siz biraz yavaş yürüyün, ben marinayı geçip ters istikamete de bir bakayım" diyorum, ee umut fakirin ekmeği!!

Bakabileceğim son yere kadar bakıp Elite Kebap'ın önünde buluşuyoruz, bakalım burada dişimize göre bir şey bulabilecekmiyiz!
İlk etapta kimseyi göremiyorum, aslında sadece döner ocağında asılı tavuk döneri görüyorum, bir de az kalmamış mı:((
Ender'e "sadece tavuk döner var heralde, başka bir şey yok mu acaba" diyorum, bir bey çıkıyor içeriden bize gülümseyerek, Türkçe "buyrun yardımcı olayım" diyor, aa nasıl yani Türk müsünüz diyoruz (Akdeniz de veya Kanarya Adalarında, gördüğümüz kebapçılar Ortadoğulu olduklarından bir an şaşırıyoruz), ee ya Hoca Nasreddin??

"Levent Elitez ve eşi Guylaine Elitez" aslında Martinique'de tanışmayı düşündüğümüz diğer isimlerdi. Bu bilgi de yine Yol, Mardek, Anauk, Vagabond teknelerinin notlarından.
Martinique'ye gelen yatçı Nasreddin Hoja'dan Dursun beyi buldu mu, Dursun beyin de "adaya yeni Türkler geldi" diye Levent'i aramasıyla bu zincir tamamlanıyormuş.

Levent ve Guylaine nefis tavuk dürümlerimizi hazırladıktan sonra koyu sohbetimiz de başlıyor. Ben arada bir Levent'in sözünü kesip "evet bu anlattığınızı biliyorum" diyorum yada oğlunuz Cem nasıl diye soruyorum, şaşırma sırası Levent'e geliyor ve açıklıyorum hemen, onları kitaplardan okuduğumu ve gıyaben tanıdığımı anlatıyorum. Uzun uzun konuşuyoruz, birbirimizin haricinde Türkçe konuşmak iyi geliyor bize. Üstelik karnımız da, mutluluk verecek düzeyde tıka basa dolu!
Her şey nasıl güzel; Martinique güzel, yeni insanlarla tanışmak güzel, tavuk dürüm en güzel:))

Konuştukça anlıyoruz ki beyhude bir arayışmış bizim ki, Dursun bey 4-5 sene önce kapatıp dükkanı Fransa'ya dönmüş.
Aslında Levent ve Dursun beyin tanışma hikayeleri de çok ilginç. Yıllar önce Elitez çifti Londra'da yaşarken, bir akşam Levent Türk televizyon kanallarından birinde, (Türk TV ekibinin Türkiye'den fersahlarca uzak yerlere gidip oraların kültürünü, mutfağını tanıttığı belgeselimsi programların birinde) Martinique'nin tanıtıldığı bir programa denk gelmiş, Levent'in eşi Guylaine Martinique'li olduğundan, "bizim hanımın memleketi, seyredeyim şu programı" demiş ve başlamış programı yarım göz seyretmeye. Dakikalar sonra programın sunucusu, yanındaki pala bıyıklı bir adamla sohbet ederken, dikkat kesilmiş Levent, pala bıyıklı Dursun beyin Yozgatlı olduğunu, Martinique'ye inşaat işleri için Fransa'dan, Fransız eşiyle birlikte geldiğini, Martinique'de "Nasreddin Hoja" diye menüsü Türk mutfağı olan bir restaurantının olduğunu öğrenmiş. "Vayy" demiş "nereden nereye"..
Yıllar sonra Levent ve Guylaine (Cem doğduktan bir süre sonra) Londra'da yaşamaktansa, oğulları Cem'i renklerin ve havanın ağırlıkla "gri" olduğu bir yerede büyütmektense, Martinique'de yaşayalım demişler. Yeşilse yeşil, maviyse mavi, oniki ay yaz, soğuk yok, egzoz yok, büyük şehir çarkının dişlileri arasında öğütülmek yok, stres yok!!

Levent'in iş-güç kurması bir kaç seneyi bulmuş. Bu arada programdan hatırladığı kadarıyla Dursun beyi Martinique'nin başşehri olan Fort-de-France'de ara ara arıyormuş, ama yanlış yerde aradığını bilmiyormuş.
Marin ve St. Anne civarında oturduklarından, o bölgeyi daha bir bilir olmuşlar. Bir gün bir arkadaşı, "burada işletmecisi Türk olan bir Restaurant var, gittin mi hiç?" diye sorunca, tarif üzerine Levent soluğu Nasreddin Hoja'da almış. Dursun bey tüm pala bıyıklarıyla oturuyormuş dükkanın önünde, Levent ağdalı bir "selamünaleyküm" çekmiş, Dursun bey şok içinde, oturduğu yerden kalkmaya çalışarak "oui mösyö, oui" demiş önce şaşkınlıkla, sonra toparlanmış, tanışıp sarılıp, kaynaşmışlar. Levent bir bir saymış Dursun beyin yaptıklarını, Dursun bey yine şokta nerden-nasıl biliyorsun beni bu kadar diye. Levent anlatmış yıllar evvel televizyonda ki programı izlediğini..
Zaman içerisinde Dursun beyin telefonları sıklaşmış, "çay demledim, hadi gelin, musakka yaptım özlemişsinizdir" cümleleri "yeni bir Türk teknesi daha geldi. Türk kahvesi içiyoruz, hadi gelin"e dönmüş, adaya kim geldiyse önce Nasreddin Hoja adıyla Dursun beyi tanımış, sonra Dursun bey aracılığıyla Levent-Guylaine Elitez çiftini..
Biz Nasreddin Hoja ve Dursun beye geç kaldıysak da, Elitez çiftini tanıyarak yeni dostlar edinmiş olduk. Martinique-Le Marin'de geçirdiğimiz günler dahilinde, kah bizim teknede, kah Elite Kebap'ta, (Levent ve Guylaine'nin işlerinin yoğunluğu elverdiği sürece) biraraya gelmeyi ihmal etmedik. Teknede iki kadeh rakının tatlandırdığı sohbetleri, Martinique'den ayrıldıktan sonra sıkça yad ettik.

Elite Kebap, Nasreddin Hoja derken, İstanbul'dan-İstanbul'a gelecek olan misafirimiz için ufak ufak tekneyi hazırlamamız gerekiyor. Tuğrul'un eşi Leyla Atlantik geçişimizi kutlamak ve bizi karşılamak için Martinique gelecek. Teknenin dağınıklığı, teknede yapılacak ve yaptırılacak işler, üstüste bir kaç kalem olunca, misafirlerimiz Levent ve Guylaine'nin yardımlarıyla, St. Anne'de bulduğumuz bir otelde kalacaklar. Levent'in bizi akşam çayına davet ettiği saatlerde Tuğrul'da bir araba kiralayıp Leyla'yı almak için havaalanına gidiyor. Tekbulut çifti hesapladığımız saatte gelmeyince ben ufak ufak endişelenmeye başlıyorum, ama çok geçmeden geliyorlarlar, "oh çok şükür".
Sarılıp kucaklaşıyoruz, Leyla'ya "gelirken hiç bir şey getirme, sen gel, biz seni istiyoruz" dediysek de eli kolu dolu geliyor. Baklava ise bizim için tam bir sürpriz oluyor:)

Hasret gidermek, adayı keşfetmek, dertleşmek, gülmek-eğlenmek, havuzluğumuzda kurduğumuz, sohbetle taçlanmış leziz masalar..
Zaman o kadar hızlı geçmiş ki, bir anda kendimizi Leyla ve Tuğrul'u havaalanına bırakırken buluyoruz. Nasıl da alışmışım şu kısacık zamanda!
Tekbulut ailesinin; evimizde-teknemizde, soframızda ve kalplerimizde ki yerleri daim olacaktır. Sizi seviyoruz:))

Leyla ve Tuğrul'u yolcu edeceğimiz gün Elite kebapta, Levent'in daha önce bahsettiği başka bir Türk çiftle tanışıyoruz, Nilüfer-Alper Turak çifti.
Yıllar önce Kanada'ya yerleşen çift, şimdilerde bunca yıllık iş hayatlarını noktamış olmanın keyfini kızları "Ruyam II" ile çıkartıyorlar. Kanada'da havalar soğuyup, kış başlamadan Karayiplere, teknelerini bıraktıkları Grenada'ya geliyorlar. Teknelerini hazırlayıp, fırtına sezonuna kadar Karayipleri dolaşıyorlar. Üç yılda da bir hayli Karayip tecrübesi biriktirmişler. Önümüzde ki adalar için Alper abinin tavsiyelerini gözönünde bulundurmayı planlıyoruz.

Ruyam II, St. Anne'de demirde duruyor, marinada ki işlerimizi bitirip, Le Marin'den St. Anne'e doğru dümen tutuyoruz. Yaklaşık 5 metre suya demirimizi funda ediyoruz, Ruyam II'nin hemen arkasındayız. Bir gayret Atlantik geçişi öncesinde, başüstünü boş tutmak için paketleyip kaldırdığımız botumuzu şişiriyoruz, bir süre sonra ikimizin de pili bitiyor. Biraz dinlenmek için havuzluğa geçiyoruz, çok geçmeden Alper abi botla geliyor bize bakmaya, sonra alıyor bizi Ruyam II'ye gidiyoruz, Nilüfer Abla kıymalı börek, piyaz filan döktürmüş, tekneden çıkmadan önce rakımızı da almıştık, e daha ne olsun! Gün batımına karşı kadehlerimizi tokuşturup, zamanın nasıl geçtiğini anlayamadan geç vakit dönüyoruz tekneye.

St. Anne'de demirde kaldığımız günler boyunca bir Ruyam II'de, bir İstanbul'da bir arayageliyoruz Nilüfer abla ve Alper abiyle. Levent'in "iskender" planını da, bir haftasonu gerçekleştirmek için İstanbul'u St. Anne'de bırakıp, Ruyam II'nin misafiri olarak Marin'e gidip demirliyoruz. Hatta bir de tamirat durumumuz var. Bizim botun dıştan takma motoru "öksürdüğünden" tedavi görmesi gerekiyor. Karaya çıkıp Levent'in yardımlarıyla bir usta bulup randevulaşıyoruz. Bir şeyler atıştırdıktan ve ufak-tefek eksiklerimizi giderdikten sonra ustanın bize söz verdiği saatin gelmesini bekliyoruz. Beyler motor işi ile ilgilenirken biz hanımlarda Elite Kebap'ta çaylarımızı yudumluyoruz. Ta ta taa taaa motorumuz çalışır hale gelmiş. Levent'de "iskender" hazırlıklarına başlıyor, hazırlandığı gibi de indiriyoruz mideye. Akşam Ruyam II'ye dönüyoruz. Çay eşliğinde Alper abi ve Nilüfer abla Karayipler deneyimlerini paylaşıyorlar bizimle, notlarımız alıyoruz.

Sabah uyandığımızda mükellef bir kahvaltı ile karşılaşıyoruz, tadı hala damağımda doğrusu:)
Tekne neta edildikten sonra vira bismillah, yeniden St. Anne'deyiz.
Günlerimiz sayılı ve okyanus geçişinde geçmek bilmeyen, sayılı günler çabuk geçiyor. Son bir kez biraraya geliyoruz, Turak, Elitez ve Yüce çiftleri olarak. Ruyam II'deyiz. Katamaranda ferah feza rakı kadehlerini deviriyoruz. Menüde yok yok!

Ertesi gün hafif buruk vedalaşıyoruz, nasıl da alışmışız Nilüfer abla ve Alper abiye..
Demirimiz alıp Marin'e geliyoruz. Niyetimiz Guylaine ve Levent ile vedalaşıp St. Pierre gitmek. Ama laf lafı açınca geç kalıyoruz yola revan olmaya. Yola ertesi sabah çıkmaya karar verip, Türkiye'de mutlaka görüşmek üzere vedalaşıyoruz Guylaine ve Levent'le.

Sabah kahvaltı sonrasında St. Pierre'e doğru yola çıkıyoruz. Burada bir gece kalıp, çıkışımızı aldıktan sonra Dominica'ya doğru dümen tutacağız.

St. Pierre'de bizi, bulutların karnını delen zirvesiyle "Pelee" yanardağı karşılıyor. St. Pierre'in hüzünlü bir de geçmişi var. 1902 yılına kadar St. Pierre, Martinique adasının başkentiymiş. Bu durum Pelee yanardağı patlayıncaya kadar sürmüş. Mayıs başlarında "Pelee" patlama sinyalleri vermeye başlayınca, şehrin boşaltılması gerektiği söylense de, vali "endişeye mahal yok, oturun oturduğunuz yerde" demiş. 8 Mayıs gecesi çöken kraterden akan lavlar tüm şehri kaplamış. Vali dahil herkes ölmüş, açıkta demirli olan gemiler bile batmış. Şehirde kurtulan tek kişi ise, hapishanede, kalın duvarların ardındaki hücresinde ölüm cezasını bekleyen bir mahkummuş.
"Adaletin bu mu dünya"!!

Zümrüt renginde ki adanın daha ne güzelliklerinden bahsedebildim, ne de dünyaca ünlü, palmiye ve hindistan cevizi ağaçlarıyla çevrili, kadife yumuşaklığındaki altın kumsallarından, hazin bir hikaye olan "kölelik" ise hiç anlatılacak gibi değil!

Martinique; dostluklarımızın pekiştiği, yeni dostlar edindiğimiz, değerli anılarımızın oluştuğu, hep güzel hatırlayacağımız bir ada olacak..

Buket






15 GUN 3 SAAT!!

17 February 2014
Biter mi bu okyanus, geçer mi bu zaman derken, 15 gün 3 saat göz açıp kapatana dek geçti!!! Yalan!
Tam alışıyordum, keşke hiç bitmese dedim!!!
Bu da yalan!

Sanırım her anını dakika dakika sayıp, mil mil hesaplayıp (2.080 denizmilinden yani yaklaşık olarak 3.852 kilometreden bahsediyoruz) geçirdim bu 15 gün 3 saati.
Bu ne biçim bünyeymiş efendim, "üç güne bir şeyim kalmaz, olmadı dört, bilemedin beş güne alışır, toparlarım dedik" ama nafile. Bulantı önleyici destek olmaksızın ancak onuncu günde oda genelde yatay pozisyonda hayata gözlerimi açtım!!
Havanın en sert olduğu gece bulantı önleyici saat alerji yapınca (relifband), bileğime temas eden yerler kızarıp-kabarıp, sol kolumda komple uyuşunca saati çıkarmak zorunda kaldım.
Darılmaca gücenmece yok ama ben sevemedim şu okyanus işini, bunu itiraf etmekle gözü kara denizci sayılmayacağımın da farkındayım.

Bunca zaman içerisinde ne yemek, ne bulaşık, ne de başka bir görev alabildim. Gündüzleri beyler olurda eşanlı dinlenirlerse havuzlukta nöbette olmak, tuttuğumuz balığı "canımı dişime takarak" tuzlamak, iki kez makarna, bir kez pilav pişirmeye teşebbüs etmek dışında geçiş esnasında pek bi varlık da gösteremedim.

İlk üç gün 200 ml. su, bir dilim ekmek, yarım muz, beş-on tane fındık yiyebildim, dişlerimi ise dördüncü günün sonunda fırçalayabildim, beşinci gün Ender'in yoğun ısrarı üzerine (duş almanın beni rahatlatacağını düşündüğünden) duş aldım ama ne almak!! Duşumuzda oturulabilecek bir yer olmasına rağmen iki kez karşı tarafa yapışınca, ayakta sağa-sola çarparak duş almayı tercih ettim, ayrıca ayakta durmak cambazlık gerektirdiğinden kurulanmak-giyinmek-taranmak üçgeninde kendimden geçtim. Aslında insanı yoran ve yıpratıcı olan, sürekli sallantıda normal hayatı sürdürmeye çalışmak.

Sabahları güvertede uçan balık görmek önceleri alışık olmadığımızdan ilginç gelsede zaman içerisinde hayli kanıksadık ve doğal olarak yol boyu "uçan balık yenir mi, yenmez mi"yi konuştuk.
Bir süre sonra uçan balıkları uçarken görmek (suyun yüzeyinden 15 cm. yukarıda ve suya paralel uçan gümüş parçalarından bahsediyorum), bize her zaman iyi geldi. Geçiş boyunca üç farklı zamanda yunusların bize eşlik etmesi ise teknede tam bayram havası estirdi.

Yemek demişken benim şartlara uyum sağlayamamam ihtimaline karşı, mutfakta yani teknenin içinde çok fazla zaman harcamadan yiyecek birşeyler hazırlamanın yollarını aradık Ender'le, çözüm olarak da Las Palmas'tan (Gran Canaria) pişmiş konserveler (ocakta beş dakika zarfında ısınan, lezzeti hiç de fena olmayan nohut, kurufasulye, mercimek konserveleri), instant noodle'lar (orijinallerinin yerini tutmayacağını çok iyi bilsek de, üç dakikada hazırlanması, stoklanmasının kolaylığı ve sıcak yenilebilecek olması bizden geçer not alması için yetmişti), kahvaltı için yada sandviç yapılabilecek olan yine "konserve" tavuk sosisleri, İspanyol lavaşı diyebileceğimiz tortillalar, yarı pişmiş oda sıcaklığında tutulabilen ekmekler, onlarca çeşit atıştırmalık, instant çorba ve yine bazı konserveler, kahvaltı için Tuğrul'un Türkiye'den getirdiği (Tuğrul'un getirdiği lezzet paketi bizim için çok kıymetliydi) beyaz peynir ve zeytinler ayrıca Türk tipi kuruyemişler kuzinemizin temel öğeleriydi.

Geçiş için hazırlanırken yeme-içme hesabını kabaca şöyle yapmıştık.
Yol ortalama 20 gün sürde dedik, 3 kişi (ara öğünler hariç) 3 ana öğünle beslense dedik;
günde 3x3=9 öğün yapsa dedik 20 günde de haliyle 180 öğün yapar dedik. Bu hesaba göre alınacak yiyeceğin önlem olarak üçte biri kadarını yedek olarak ekstra alsak dedik. Bu kadar "dedik"in sonucu aşağıda..
Gerçi özellikle ilk bir kaç gün kimsenin bir şey yiyebileceğini sanmıyorum ama sonuç olarak hazırlıksız çıkmak olmazdı.

20 paket tortilla (her pakette 8 adet mevcut, siz hesaplamadan ben yazayım: 160 adet)
20 paket yarı pişmiş ekmek (her pakette 4 adet mevcut, 80 adet, boyut olarak sosisli sandviç ekmeklerinden daha büyük,)
40 adet taze ekmek (hamburger ekmeğinden biraz daha büyük, Mindelo'dan (Cape Verde) yola çıkarken aldığımız)
100 paket instant noodle (paketlerin 50 adeti 1 porsiyon, 50 adeti 2 porsiyon)
60 paket instant çorba
30 kutu ton balığı konservesi (kutuların her biri 240 gr.)
20 kutu tavuk sosisi konservesi (kutuların her biri 415 gr. ve 10 adet sosis mevcut, toplamda 200 adet sosis)
50 kutu sebzeli nohut, sebzeli kuru fasülye ve sebzeli mercimek konserveleri (kutuların her biri 425 gr.)
kutu kutu, paket paket krakerler, gofretler, bisküviler, kekler, cipsler, çikolatalar; sadece çikolatadan örnek verecek olursam toplam 120 adet kit-kat, twix, sinickers ve mars bar aldık... Teknenin mevcut stoğundan hiç bahsetmiyorum bile!!

Bu kadar şeyi tekneye sığdırmak başlarda mümkün gibi gözüksede tabi ki kısa süre sonra yanıldığımızı anladık. Durum artık öyle bir hal aldı ki, günlük yada bir kaç günlük seyirlerimiz esnasında titizlik konusunda biraz gevşek davransak da, geçişte ki dağınıklık neredeyse bir sanat haline gelmişti!!

Hep şikayet, hep sıkıntı!! Hiç mi sevmedim, hiç mi güzel ve mutlu anlar yaşamadım, yaşadım tabii.
Mavinin bu kadar tonunun olabileceğini, bu kadar çok tonun aynı anda gökyüzünde olabileceğini kırk yıl düşünsem aklıma getiremezdim, bunu görmüş oldum. Gökyüzü açık, bulutsuzsa kopkoyu ve parlak lacivertin yüzeyinden; güneş kendini bulutların arkasına saklayıp, yüzünü bize göstermediğinde ise eşsiz ve sonsuzmuş gibi görünen "sıvı gümüşün" üzerinden kaymanın nasıl bir his olduğunu yaşamış oldum. Her gün bir mucizeye uyanıp, mucizenin ne olduğunu yaşayarak öğrenmiş oldum. Ne çok şükredecek şeyimiz varmış onu anlamış oldum.

Geçişin ikinci yarısında şansımıza dolunay vardı ve ay projektör görevi görüyordu. Öncesinde ise geceleri gökyüzünü okyanus sularının siyahlığından ayıran tek şey, havaya serpilmiş yıldızlardı.
Bir gece Tuğrul'un ipadinde ki aplikasyonla, gezegenleri, yıldızları ve gökyüzünü keşfetmeye çalışmak, yıldızları incelemek büyük keyifti doğrusu.

Nöbet sistemimiz gelince;
20:00-23:00
23:00-02:00
02:00-05:00
05:00-08:00 olarak üçer saatlik dilimler halinde planlandı.

Kısa kısa geçiş notları;

08.01.2014
4 metrelik dalgaların, tuttuğu takımın futbolcuları mahallesine gelmiş fanatik taraftarlar gibi üstümüze üstümüze hücum etmesine alışmaya çalıştık

09.01.2014
Leyla ve Tuğrul'un evlilik yıldönümlerini kutladık

10.01.2014
Okyanusun en afilli Mahi Mahi'sini tuttuk, boyu 127 cm. ve ağırlığı 15-20 kg. arasındaydı

13.01.2014
Geceyarısı yolu yarıladık, ama kutlamayı ertesi güne bıraktık, bir kaç gün önceden şampanyayı soğutmuştuk bile

16.01.2014
Nihayet doğulu rüzgarlar başladı, kuzey ve kuzeybatı yönünden esen rüzgarlar bizi biraz yormuştu

17.01.2014
Sondan üçüncü geceyi Tuğrul'un gecesi ilan edip, (seyir esnasında asla alkol tüketmediğimizden) bu geceyi sadeceTuğrul'a ikram ettiğimiz bir kadeh şarapla kutladık,

18.01.2014
Sondan ikinci benim gecemdi ve sadece yarım bardak cola içebildim

19.01.2014
Son gece Ender kaptanın gecesi, Ender'e bir kadeh şarap, heyecanlıyız ve kimseyi uyku tutmuyor

20.01.2914
Sabahın ilk saatleri, KARA GÖRÜNDÜÜÜÜÜÜ!!

Sabah 07:00 sularında hoplayıp, zıplayarak çığlık çığlığa İstanbul ekibini haberdar ediyorum, kara göründüü, kara göründüüü!!
Hem bağırıp, hem ağlıyorum, Allahım şükürler olsun kazasız, belasız gelebildik, Martinique'deyiz..
Ender mutfaktan geliyor, Tuğrul'u uyandırıyoruz hemen. Herkes havuzlukta mutluyuz, heyecanlıyız, coşkuluyuz, sevinç içerisindeyiz, yol boyunca hayalini kurduğumuz döner, lahmacun ve bir takım Türk lezzetlerine kavuşacağız, daha ne olsun, şükürler olsun..
Yol, Mardek, Anauk, Vagabond teknelerinin yazdıkları kitap ve gezi notlarından çok iyi bildiğimiz bir yer var Martinique'de, "Nasreddin Hoja".
Yozgat'lı Dursun Beyin Fransız eşiyle birlikte işlettikleri, bizim için aylar sonra -birde geçişin üzerine- harikulade gelecek lezzetlerden sıkça bahsetmek bir anlamda ödülü belirlemiş oluyordu. Hatta benim iddiam Martinique'de kaldığımız süre boyunca güne lahmacunla başlamak yönündeydi:))

Okyanusu geçmiş olan gezgin yazı ve kitaplarından okuduğum ve nasıl bir şey olduğunu çok merak ettiğim şeylerden biride "karanın kokusu"ydu. Banada kokacak mı acaba, yada nasıl kokarmış ki bu kara diyorum, zaten midemden dolayı aşırı hassaslaşmış bir burnum var, olmadık bir kokuyla etiketlemek istemiyorum bu anı.
Karaya, burnumun menziline girecek kadar yakınlaştığımızda (tam olarak bahsedilen şey bu muydu bilmiyorum ama), teknenin burnunda, burnumu hafifçe yukarı doğru kaldırıp uzun uzuun kokluyorum veee kokuyor işte, bildiğin menemen kokuyor, mis gibi menemen kokuyor!! Ender ve Tuğrul aç olduğumu yada menemeni özlediğim için bana öyle geldiğini iddia etseler ben biliyorum, kara bal gibi "menemen" kokuyor. Ertesi gün ve daha sonraki günler kahvaltıda ne yiyeceğimizi sanırım söylememe gerek yok:))

Şimdi bizi sakin, çalkantısız, stressiz, rahat uyku, keyifle yemek yemek ve daha bir sürü güzel şey bekliyor. Tuğrul'un eşi Leyla "İstanbul'dan İstanbul'a" gelecek ve hepbirlikte buraların altını üstüne getireceğiz.

Kısacası "suyun ötesinde", yeni ülkeleri keşfetmenin merakı bizi heyecanlandırıyor..

Buket


SALLAN YUVARLAN..

10 February 2014
Afrika'nın hariç olmadığı bütün kara parçalarında (ah Cemal Süreya!) kutlanan yeni yıl coşkusu bizi de sardı.

Yeni bir yıla girmenin heyecanını (aslında bizim ki daha çok okyanus geçecek olmanın heyecanı) Cape Verde'de Sao Vincente adasında yaşıyoruz. Yeni yılın şevkiyle sokaklarından insan selinin aktığı Mindelo'dayız. Bu gece için adalılar günlerdir hazırlık yapıyorlar.

Las Palmas-Gran Canaria adasından çıkıp, 6 gün ve 6 gecelik ve 860 dm'lik sertçe havalar yediğimiz bir seyirin sonrasında 28 Aralık'da ulaşıyoruz Mindelo'ya. Tuğrul gelmeden önce tekneyi (31 Aralık akşamı gelmiş olacak) neta edebilmeyi umuyoruz. Bu seyir bugüne kadar yaptıklarımızın en uzunu oldu ve her ne kadar tekneyi seyir için neta ettiysek de aslında bunun öyle olmadığını yolda gün geçtikçe anlamış olduk.
Okyanusda seyir yapmak denildiğinde bu tecrübeyi yaşayan yerli yada yabancı bir çok kişiden işittiğimiz tanım; çamaşır makinesinin içinde olmak gibi olduğuydu.
Bence teknenin içinde ki bütün eşyalar tek başına çamaşır makinesi gibi hemde eski model ve çalışırken kendi kendine yürüyen modellerden. Benim tanımım ise "sizinle birlikte bir sürü yürüyen çamaşır makinesinin, çok daha büyük bir çamaşır makinesinin içinde olduğu" yönünde.

31 Aralık akşamı Tuğrul'un gelmesiyle İstanbul ekibi tamamlanıyor. Tuğrul (Tekbulut) Ender'in üniversiteden arkadaşı ve Atlantik geçişi için bizimle birlikte olacak.

Marmaris'den benzer tarihlerde yola çıktığımız Yacht Marin'den komşumuz Queen Nadine teknesinden Sylvia (bizim de davetli olduğumuz 6 tekneden 13 kişinin katıldığı) bir yeni yıl yemeği organize etmiş. Sonrasında Mindelo sokaklarında kıvrak Afrika melodileri eşliğinde dans etmeyi planlıyoruz. Saatler gece yarısını gösterdiğinde havai fişek gösterisi ile hafif yollu yürekler ağızımıza geldiyse de Allahtan rüzgarın açısı tekneleri zora sokacak gibi değildi. Atlantik geçişi yapacak olan 6 teknenin mürettebatları toplu halde giriyoruz yeni yıla. Sonrasında bölünerek insan seline kapılıyoruz. Adalı ve Portekiz'den gelen Dj'lerin performanslarının ardından Cape Verde'liler tarafından tanınan grup, çığlık kıyamet çıkıyor sahneye. Biz de tam havaya girmiş dans ediyoruz, Ender ve Tuğrul'un arasındayım ve bir adım kadar gerilerinde, derken Tuğrul'la aramıza yerel bir genç sıkıştırıyor kendini şöyle bir süzüyorum delikanlıyı, bu durum hiç hoşuma gitmiyor, aporttayım. Dans etmeye devam ediyorum ama yan gözle sağ tarafımda ki delikanlıyı göz hapsine alıyorum, hiç çaktırmıyorum, o da aklı sıra hiç çaktırmıyor ve Tuğrul'un eşofman cebinin fermuarını indirmeye başlıyor. Hey hey heey heey diyip çocuğu ürkütüyorum, vıııjjt diye sıyrılıveriyor aramızdan. Bu olay hafif keyfimizi kaçırsa da hemen dönmüyoruz tekneye ama eminim bu gece hayli yabancı turistin canı yanacak!!

02 Ocak 2014 tarihinde yola çıkmayı planlıyoruz. Yeni yılı karşıladık, ikmallerimizi yaptık, alış-veriş eksiği de tamamlandı, hava da gayet iyi görünüyor derken tabiki teknede ki hesap okyanusa uymuyor. Hava değişince bir kaç gün beklemenin daha iyi olacağına karar veriyoruz. Diğer tekneler de çıkış tarihlerini ertelediler.

05 Ocak 2014
Lokal saat: 12:00
UTC (Universal Time Coordinated): 13:00
Türkiye saati ile15:00'de Mindelo Marinadan Vira Bismillah diyerek palamarlarımızı çözüyoruz. 15-20 gün sürmesi düşünülen Atlantik maceramız başlıyor.



BIR ADAM, BIR ADA-M-

17 December 2013 | Las Palmas/Gran Canaria
İlk uzun süreli okyanus deneyimimizden sonra geldiğimiz Lanzarote'de 1 ay kalmayı planlıyoruz. Ender daha önceden tekne işlerini Lanzarote ve Las Palmas/Gran Canaria olarak grupladığından, burada geçireceğimiz süre hem yapılacak işlerimiz hemde adayı tanımamız için yeterli olacak.

Kanarya Adaları;
Tenerife, Fuerteventura, Gran Canaria, Lanzarote, La Palma, Gomera ve Hierro olmak üzere tamamı volkanik 7 ada ve adaların etrafındaki 6 adacıktan oluşuyor. Bu adalar, İspanya'ya bağlı ve "Kanarya Adaları Özerk Topluluğu" olarak kabul edilmişler.
Kanarya Adaları'nın başkentliğini, iki şehir 4 yılda bir dönüşümlü olarak yapıyor. Bu şehirler, Santa Cruz (Tenerife Adası) ve Las Palmas (Gran Canaria Adası). Bizim şu an bulunduğumuz ada Lanzarote ise takımadaların büyüklülük olarak dördüncüsü ve en kuzeyde olanıdır.

Puerto Calero Marina, bir arazi geliştirme projesi ve bugüne kadar gördüklerimizin en değişiği. Sanırım sebebi adanın volkanik olması.
Adanın turistik olmayan, yerel halkın yaşadığı yerleri de dahil olmak üzere, mimarisi ve peyzajı belli bir stilde tasarlanmış. Bahçeler, parklar, dönel kavşaklar, yol kenarları, refüjler kısacası toprak olması gereken her yer adanın stilini yansıtan lava kaplı, yani volkanik kaya, yani volkanik çakıl, yani volkanik kum kaplı. Yolların tamamı asfalt, bahçe duvarları, istinat duvarları ve duvar teşkil edecek yerler de lava'dan mamul olunca, ortaya siyah simsiyah bir görüntü çıkıyor. Daha önce gördüğümüz diğer volkanik bölgelere de hiç benzemiyor burası.

Adayı etkileyici ve çarpıcı olarak tanımlayabiliriz. Bu tanımların mimarı ise bir ada"m" yani Cesar Manrique.
Peki kimdir Cesar Manrique?
Mimar, heykeltıraş, ressam, ekolojist, peyzaj ve şehir planlamacı bir "dahi"den bahsediyoruz. Çok sevdiği adasını bacasız fabrika olan turizm dişlileri arasında kaybetmemek için (fazlasıyla turistik bir adadan bahsediyoruz) bilgisini, enerjisini, zamanını, parasını kısacası herşeyini ortaya koyan, İspanya'da Modern Sanatın öncülerinden olan bir sanatçıdan bahsediyoruz.

Lanzarote'nin merkez şehri Arrecife'de dünyaya gelen Manrique (1919-1992) yıllar sonra elim bir trafik kazasıyla hayata çok sevdiği adasında veda etmiş.
Mimarlık ve resim eğitimi aldıktan sonra Sanat Profesörü olan Manrique, 1964 yılında gittiği New York'tan ada hasreti sebebiyle (sadece 2 yıl dayanabilmiş) başarılı kariyerini ve New York'u ardında bırakarak burnunda tüten adasına geri dönmüş.

Lanzarote'ye döndükten sonra adalılarda farkındalık çalışmalarına başlayan Manrique karayolları ve peyzaj üzerinde reklam panolarının kullanımını yasaklaması için yerel hükümeti ikna etmeyi başarmış. Ayrıca örnek olarak kullanılmak üzere tipik "Lanzarote tarzı" bir ev inşa etmiş ve ada halkını bu evlerden inşa etmeleri için teşvik etmiş. Ada'da özellikle sahil şeridinde İspanyol anakarasının aksine, yüksek binaların adanın genel görüntüsünü bozacağı düşüncesiyle çok katlı otel ve apartman (adada 7 katın üzerinde yapı yapılması hala yasak) yapılmasını engellemiş. Unesco tarafından "Biosphere Reserve" olarak ilan edilmesinin öncülüğünü yapmış (bu konuda ki detaylı bilgi bir sonraki yazıya), ayrıca ada konseyinin mevcut arazi kullanımını ve aşırı düzeyde şehirleşmeyi kontrol etmelerini sağlamış.

Zaman içinde Manrique'nin volkanik lav ile yaşamak arzusu ağır basınca, taşlaşmış mavimsi siyah lav nehirinin ortasında bir vaha hayal etmiş ve Taro de Tahiche'de beş tane lav balonunu birleştirerek, ölümünün ardından "Cesar Manrique Vakfı"na dönüşecek olan evini inşa etmiş.

Manrique'nin sanatsal vizyonu ile adanın dokusu birleşince ortaya şahane eserler çıkmış. Açıkçası bize de bu eserlere hayranlık duymak kalıyor. Lanzarote'de sıkça karşımıza çıkan heykeller ise Manrique'nin adalılara mirası gibi adeta.

Cesar Manrique'siz bir Lanzarote ne kadar Lanzarote olurdu bilemem tabi, ama turistik bir hengamenin başrolde olacağına hiç şüphem yok.

Lanzarote'de gezilecek-görülecek yerler listemizin başında (volkanik bir adada olduğumuz düşünülürse) "Parque Nacional de Timanfaya" geliyor.
Timanfaya adanın batısında yer alıyor ve 51 km² büyüklüğünde. 1974 yılında Milli Park ilan edilmiş ve tarihsel olarak 2 patlama dönemi geçirmiş. Bunlardan ilki (daha uzun ve yoğun olanı) 1730'dan 1736'ya kadar 6 yıl devam etmiş ve yaklaşık 200 km²'lik bir alanı etkilemiş. Patlamalarda akan lav, tüneller, kubbeler, balonlar, volkanik koniler (kraterler) oluşturmuş ve işte tam bu sebepten dolayıdır ki kimileri bu adaya "Ay", kimileri de "Mars" demiş. Son seri patlamalar ise 1824 yılında olmuş ve 3 yeni krater ortaya çıkarmış.
Timanfaya'nın günümüze kadar bozulmadan gelmesinin nedeni doğal evrim sürecinin yavaş işlemesiymiş, bence en büyük etken insan elinden uzak tutulabilmesi.
Bu arazi şeklini maksimum seviyede korumak için Ulusal Park ilan edilmiş, böylece bu alanın %90'ı koruma altına alınmış.

"Montanas del Fuego" yani "Ateş Dağları"nda Magma tabakası yüzeye yakın olduğundan (4-5 km.) yüzey sıcaklığı da oldukça yüksek. 13 metre derinlikte sıcaklık 600 derece, yüzeyde ise 100-200 derece arasında ölçüldüğü olmuş. Burada ki restaurantta (magmanın doğal ısısıyla) ekstra ateşe ihtiyaç duyulmadan ızgara tavuk yapılıyor ki "mangalcılık hareketi engellenemez" dedirtecek türden.
Montanas del Fuego'nun turistik aksiyonu doğal olarak ısıya yönelik, görevliler yerden kum almanızı söylüyorlar ve bir kaç saniye içerisinde kumu yere nasıl fırlattığınızı siz bile anlayamıyorsunuz, son olarak mevcut çukurlara dökülen suyun yine saniyeler içerisinde tıslayarak buhardan mini bir fıskiye oluşturması var ki, aşağıda nelerin döndüğü hayal etmek bile istemiyorsunuz.

"La Ruta Tremesana" ise bambaşka bir deneyim. 16 yaş ve üzerindeki yetişkinlerin katıldığı, engebeli zemin için kapalı yürüyüş ayakkabısının zorunlu olduğu, benim "Ay Turu" diye adlandırdığım bir yürüyüş etabı.
Sonsuzmuş gibi görünen kapkara lav denizinde, doğal afetin, felaketin arkasında bıraktıklarıyla 3 km'lik etabı, 3 saatte, 8 kişilik gruplar halinde ve rehber eşliğinde yürüyorsunuz. Patlamaların ve lav akışının ardından endemik bitkilerin hayata nasıl tutunduklarına şahit oluyorsunuz. Hele bir tünelin içine girerek verdiğimiz mola var ki, sık sık kendimize "aman Allahım biz neredeyiz" dedirtiyor.

Sırada Jameos del Agua var, anlatmak için ne kadar çabalasamda gördüklerim karşısında kelimelerimin kifayetsiz kalacağını çok iyi biliyorum.

Los Jameos del Agua, "Malpais de La Corona" volkanının yaklaşık 3000 yıl önce patlamasının yarattığı volkanik mağara-tünel sisteminin bir parçası. Bu tünel, okyanusa doğru uzanan 7 km.'lik uzunluğu ile Dünya'nın en uzun mağara-tünel sistemi olarak kabul ediliyormuş.
"Jameo" İspanyolca, volkanik mağara yada tünelin çöken çatısının oluşturduğu şekil demekmiş. 7 km'lik tünelin 16 farklı yerinden tavanı çökmüş ve bu çöküntülere ise "Jameos" deniyormuş.
Bu eşsiz jeolojik oluşum, deniz seviyesinin altında olduğundan kayalardan süzülen okyanus suları doğal bir gölet oluşturmuştur.

İçeri girerken tam olarak bizi nelerin beklediğini bilmediğimizden biraz heyecanlıyım.
Önce bizi siyah fonun üzerinde, yeşilin her tonunu görebileceğimiz bir bahçe karşılıyor. Merdivenlerden aşağı indikçe Ender ile birbirimize bakıp tebessüm ediyoruz. Kristal berraklığındaki gölete ulaştığımızda merak içerisinde suya daha yakından bakıyoruz çünkü bu yeraltı göletinde başka bir yerde bulunmayan ve boyları 1-1,5 cm'yi geçmeyen kör, albino yengeçler yaşıyor. Suyun yüzeyindeki yansımalarımızı ve hareket eden krem rengi bozuk paraları seyrederek göleti geçiyoruz.
Cesar Manrique tarafından oluşturulan diğer mekansal eserler gibi Jameos del Agua'da onun imzasını taşıyor. Manrique bu doğal göleti, mağaranın muhteşem akustiğini kullanarak, bazı özel konserlerin verildiği, içinde siyah granitten küçük bir de dans pisti olan, 600 kişilik bir Auditorium haline getirmiş.
Ziyaretçilerin dinlenmesi için, mekanın büyüsünü bozmadan yapılmış cafe-bara gördüklerimizi sindirmek için oturuyoruz. İnsan burada hiç sıkılmadan ve konuşmadan saatlerce oturabilir. Şaşkınız..
Kahvelerimizi içerken 2009 yılında, (bazı sahneleri adanın baş döndürücü güzellikteki bölgelerinde çekilmiş) bir Almodovar filmi olan ve başrolünde Penelope Cruz'un oynadığı, "Los Abrazos Botos" filminin galasının Jameos del Agua'da yapıldığını öğreniyoruz. Galayı bilmem ama bir konsere denk gelmek hoş olurdu doğrusu..
Üst bölümü dolaşmak için yukarı çıktığımızda ise, ilk geldiğimizde bizi karşılayan bahçenin bir benzerini ve benzersiz olduğunu düşündüğümüz havuzu görüyoruz. Öyle bir havuz ki tarifi zor, rüya gibi, sihir gibi, kelimelerin kifayetsiz kalacağını söylemiştim, delirmek üzereyim. Eğer Cesar Manrique "büyü" yapmadıysa bana, zıplamalarımın sebebi sevinç olsa gerek diye düşünüyorum.
Başka türlü bir yer burası, başka türlü..

Bizi daha ne şaşırtabilir ki diyoruz. Cueva de Los Verdes den bihaberiz.
Cueva de Los Verdes'de tıpkı Jameos del Agua gibi La Corona volkanının patlamasının ardından oluşan volkanik mağara-tünel sisteminin bir parçası. Bu sistemin 5,5 km'si deniz seviyesinin üzerinde, kalan 1,5 km'lik kısım ise deniz seviyesinin altında ve Jameos del Agua bu bölümde yer alıyor.
Aslında ada halkı bu mağara ve tünelleri, yıllar sonra turistlerin gözdesi olacağından habersiz 17. yüzyılda korsanlardan ve köle akıncılarından korunmak amaçlı kullanırmış.
1964 yılında ziyarete açılan, 2 km'lik bölümü ışıklandırılarak aydınlatılmış olan, Cueva de Los Verdes'i gruplar halinde ve rehber eşliğinde yaklaşık 1 saatte gezmek mümkün.
Dikey bağlantıları, üst ve alt galerileri (tünelleri), bir kulağımız rehberimizde çoğunlukla iki büklüm ve tek sıra halinde, ağzımız bir karış, sürekli denklanşöre basarak geziyoruz. Yüzeyde oluşan ve (tünelin bir kısmı okyanus sularının altında olduğundan) su sızıntılarından kaynaklanan tuz birikintileri ışık yansımalarının renklerini etkiliyor. Mağaranın tonoz ve duvarlarını süsleyen renk yelpazesi ise insanın aklını başından alıyor.
Dev mağaralar, etkileyici kaya oluşumları ve farklı düzeyde galerileri ile ilginç bir labirentin içinde gibiyiz. Büklüm büklüm geçirdiğimiz yarım saatin sonunda, mağaranın en geniş noktasında, olağanüstü akustiğin değerlendirildiği, küçük bir platformun sahne olarak kullanıldığı, konser zamanlarında var olan konsol piyanoya bir kaç yaylı enstrümanın eşlik ettiği 500 kişilik çok özel bir konser salonundayız. Kendimizi fonda çalan müziğe bırakıyoruz, görsel ve işitsel bir şölenin ortasındayız, keyifliyiz.
Turun sonuna doğru, Cesar Manrique ile ortak projelere de imza atan fahri Lanzarote'li (Soto aslında başka bir Kanarya Adası olan Fuerteventura'lı) sanatçı Jesus Soto tarafından tasarlanan akıllı aydınlatma sistemi ile rehberimiz hepimize küçük dilimizi yutturuyordu.
Rehberimiz bizi alt ve üst tünellerin (galerilerin) olduğu bir yerde durdurup, güvenliğimiz açısından (korkuluğun olmadığı) kenar kısımlara çok yaklaşmamamızı ve bu noktada kameralarımızı ayarlamamızı, asla ama asla flaşlı fotoğraf çekimi yapamayacağımızı söylüyor ve yerden yumruk büyüklüğünde bir taş alıp herkes hazır olduğunda taşı aşağı atması için yanındaki bayana veriyor. Turist bayan taşı attığında ben ellerimle ağzımı kapatıp, hayret nidamı boğmaya çalışıyordum.
Bizim altımızda uzandığını sandığımız alt tünel meğer tünel değilmiş, 30 cm. derinliği olan bir göletmiş. Göletin yüzeyinde ki tavanın kusursuz yansımasını bozan taş, atıldığı noktadan halka halka büyüyerek göletin yüzeyini kırıştırınca neye uğradığımızı şaşırıyoruz, yani tamamen ayna etkisi. Gerçi ben aşağıda ve yukarıda iki ayrı tünel gördüğüme yemin edebilirim:))
Aklına sağlık "Jesus Soto"..

Son olarak adanın kuzeyinde ve 474 metre yükseklikte yer alan "El Mirador del Rio"dayız. Cesar Manrique'nin mimari eserlerinden biri olan Mirador del Rio muhteşem bir manzarasıyla bizi etkiliyor. 25 km²'lik (Timanfaya Milli Parkını yarısı büyüklüğünde) çoğu balıkçı bir kaç yüz kişinin yaşadadığı volkanik bir adacık olan "La Graciosa" manzarasına karşı kahvelerimizi yudumluyoruz, mutluyuz.

Ne yalan söyliyeyim, Fas'tan sonra Lanzarote ilaç gibi geliyor..

Buket

YATARAK ATLANTIK GECMEK

25 November 2013 | Fuerteventura-Gran Tarajal
Ben söyliyeyim, "çok net kandırmışlar bizi" yani en azından beni.

Aman efendim sonsuzluk hissiymiş, yok efendim özgürlük hissiymiş, derin maviymiş, kişinin kendi iç dünyasına yolculukmuş, huzura ermekmiş...
Bunların hepsi aldatmaca!!
İki gün-iki gece oldu hala dikey pozisyona geçememişken, neyin özgürlük hissi, nasıl huzura ermekmiş anlayamadım. Yemek yiyememek, temel ihtiyaçları giderememek (ki gerçekten tuvalette çok zorlandım, bir de hava bir hayli soğuk olduğundan, tulumdu-monttu kuşanınca kıyafetleri, astronot misali sıfır hareket), çay-çorba hiç bir şey içemedim, dişlerimi fırçalayamadım arkadaş!! Bu süre zarfında sadece biraz su, yattığım yerden de çok az kraker ve yarım muz tükettim, ooh keyfime diyecek yok, iyisi mi bir iç dünyama bakıp geleyim!!
"Koca karınlı, nefes alıp verdikçe, göbeğinin üzerinde inip-çıktığımız, bana sonsuz gelen okyanus" ahh bu daha başkangıç!!
Alışmayı bekliyorum. Keyifsizim..

Nöbet sistemimiz varda yok. Gecelerin tamamı Ender'de. Ben ise uyku ile uyanıklık arasında bir-iki saat bayılıyorum, onun haricinde kıç kamarada, miniminnacık bir pozisyonda, yatağın içinde bir o yana, bir bu yana o asla yatmayan "hacı" misali deviniyorum!
Gündüz ise, ooo nöbet işi bende 30 saniye içerisinde can yeleğimi giymiş, kendimi bağlamak için hazır bir şekilde (okyanus şartları gereği dışarda kendimizi emniyet halatıyla bağlıyoruz) havuzluğa (kokpit) çıkmış, sustalı kiliti mapaya geçirmiş ve yatmış oluyorum. Yaklaşık onbeş dakika da bir kalkıp ufku tarayıp, AIS'i kontrol edip geri yatıyorum. Bu arada bileğimde sürekli çalışan, bulantı önleyicim olmasına rağmen henüz oturamıyorum.
Ender ise uyuyabilirse içeride uzanıyor yada gelip havuzluğa yatıyor. Her seyir öncesi, yolda daha rahat tüketebileceğimiz yiyecekleri hazırlar öyle çıkarım, Allahtan yine yola çıkmadan evvel bir takım hazırlıklar yapmışım. Yemek yapmak benim için fantaziye girdiğinden, Ender'de varolanlarla idare ediyor.

Yola çıktığımızın ikinci günü hava biraz sertleyince, nerede Tanca-Rabat etabı, nerede okyanusun gülen, yumuşak yüzü demekten kendimi alamıyorum. 35 knot esen havayı görünce (7-8 beaufort yada saatte 70 km. hızla esiyor da diyebiliriz) "bize niye kızdın ki şimdi" diyorum, güle oynaya gitsek, normal hayatımızı idame ettirebilsek, yolculuğun keyfini-zevkini sürsek, içimiz coşsa, gündoğumlarının-günbatımlarının, ayın ve yıldızların büyüsüne kapılsak, fena mı olurdu yani?? Bir de durup durup ağlamasam iyiydi tabi..

Gündüz yine bir şekilde geçiyor da ama o geceler varya, zaman duruyor sanki!! Bir ara Ender'i azıcık dinlendirebilmek ümidiyle dışarı çıkıyorum, pupa fenerimizin aydınlattığı ölçüde, sudan bir duvar gibi yükselen dalgaları görüyorum. Ender dinlenmeyi reddediyor, bende çok ısrarcı olamıyorum zaten, yatağa dönüp büzülüyorum. O gece ben de hiç uyumuyorum, bir ara teknenin kıçında kırılan dalga öyle bir korkutuyor ki beni, hemen Ender'e bakmak için kamaradan çıkıyorum, çok şükür sorun yok. Okyanusta dalga boyları ve yükseklikleri, Akdeniz gibi değil tabi ki. Önlerinde herhangi bir kara parçası olmadığından özellikle de kuvvetli rüzgarlarda miller boyunca büyüyerek ilerliyorlar. Dalganın üzerinde yükseliyorsunuz sonra dalga yüksekliğince, kaydıraktan kayar gibi aşağı iniyorsunuz, kulağa ne kadar hoş geliyor değil mi!!

Bu etap toplam 4 gün-3 gece sürüyor, son gece 00:00-03:00 nöbetine kalkıyorum, kalkıyorum dediysem sıkı sıkı giyinip, full aksesuar havuzluğa yatmaya çıkıyorum. Ender'in üç saatliğine de olsa bu gece uyuması gerekiyor.
Nöbetimde yaptığım şey ise "Watch Commander"i (Nöbet Saati yada Vardiya Saati diyebileceğimiz, 3 dakikadan 90 dakikaya kadar kurma seçeneği olan, seçilen süre geldiğinde ise alarmı önce hafif çalan, sonra biraz şiddetlenen, sonrasında ise siren şeklinde çalan, hayatımı kolaylaştıran seyir yardımcımız) 15 dakikaya ayarlayıp, alarm devreye girdikçe etrafımızı ve AIS'i kontrol edip, yatay pozisyonuma geri dönüyorum. Son yarım saatlik evrede uyumuşum. Ender'i uyandırmama gerek kalmadan kendi çıkıyor havuzluğa, bende yatağa gidiyorum.

Sabah uyandığımda rüzgarın 20 knota (5 beaufort yada 38 km/saat) düşmesi bizi biraz rahatlatıyor.
480 denizmilini 77 saatte alıyoruz. Atlantik geçişi öncesi bizim için iyi bir deneyim oluyor.
Las Palmas (Gran Canaria)-Cape Verde etabı 864 denizmili, Okyanus geçişi öncesi son provamız olur diye düşünüyoruz.

Akşam 17:00 gibi hedefimize ulaşıyoruz. Lanzarote'deyiz. Yaklaşık 1 ay kalacağımız Puerto Calero Marina'ya bağlanmak için giriyoruz.
Bir Fas'ta Bou Regreg nehiri üzerinden marinaya girerken güvertede hazırlık yapmak yerine elimde olmadan etrafı seyre dalmıştım, bir de burada.
Dümende ki kaptana sesleniyorum; "Kaptan İskele Alabandaaa, yanlışlıkla Ay'a gelmişiz"


Buket


Vessel Name: istanbul
Vessel Make/Model: van de stadt/norman 40
Hailing Port: istanbul
Crew: buket&ender yüce
About: hayat kısa, kuşlar uçuyor..

istanbul

Who: buket&ender yüce
Port: istanbul