Enchanted Waters

Vessel Name: Keyif
Vessel Make/Model: Alubat OVNI 445
Hailing Port: Istanbul
Crew: Nadire Berker & Selim Yalcin
About: A surgeon and a physician who were in love with the sea for many years decided to embark upon their dream voyage when their three children, now young adults, left the family nest on their own life journey.
Extra: Mesleğimiz şekil değiştirdi, çocuklarımız yuvadan uçtular, çok geç olmadan hekimliğe ara verip hayallerimizi gerçekleştirmek, dünya denizlerine açılmak istedik.
02 September 2013 | St. Thomas, St. John
28 February 2013 | The British Virgin Islands
01 February 2013 | St. Barthelemy, French West Indies
31 January 2013 | Saint Marteen-Anguilla
14 December 2012 | Sal Adası'ndan St. Marteen'e
14 December 2012 | From Ilha Do Sal to St. Marteen
28 November 2012 | Sal Adası, Cabo Verde
28 November 2012 | Isla du Sal, Cabo Verde
21 November 2012 | Pasito Blanco, Gran Canaria
19 November 2012 | El Hierro, The Canary Islands
07 October 2012 | Lanzarote Adası, Kanaryalar
25 September 2012 | Formentera Adası, İspanya
24 August 2012 | Lavrio, Yunanistan
31 May 2012 | Sonunda İstanbul
14 May 2012 | Saal Marina, Tuna nehri
01 May 2012 | Ren Nehri, Wiesbaden, Almanya
08 April 2012 | Port D'Arsenal, Paris
Recent Blog Posts
02 September 2013 | St. Thomas, St. John

in the USVI

We sailed from St. Barts to St. Thomas in 15 hours, trying hard to slow Keyif down so as to enter Charlotte Amalie in daylight. Finally, we were down to third reef on the mainsail, furled the genoa, almost put the engine on reverse in 10 knots of wind!!! The good boat Keyif is fast like her master. Our dear professor, Dr. Mike Sussman from Portland, OR, flew to spend his birthday with us in the USVI. The weather, the sushi, the anchorages and snorkelling were all perfect for us, we had a marvellous three days together.

28 February 2013 | The British Virgin Islands

With Panagiotis and Maria, welcome to paradise

An amazing time filled with laughter, fun, happiness aboard Keyif in the BVI with our brother, Admiral of the seven seas, King of Ouzo and of the Aegean Sea, Panagiotis and his lovely bride Maria.

01 February 2013 | St. Barthelemy, French West Indies

Ünlüler adası St. Barts

31 Ocak'ta Anguıllaidan çıkışımızı aldık, 1 şubat sabah 7:30'a demirimizi alıp Anguilla'nın kuzeyinden St. Barts'a yol verdik, Anguilla'nın kuzey burnunu dönünce Atlantik Okyanusu bizi karşıladı, dalgalarında biraz zıpladık, bir buçuk ay önce buralardan nasıl da heyecanla St. [...]

31 January 2013 | Saint Marteen-Anguilla

Karayiplerdeki ilk adalarimiz

Karayiplerdeki ilk adamız St. Marteen biraz turistik, ama eğlenceli ve çok güzeldi. Bu adada yarı tatlı sulu kocaman bir lagün var, adayı Hollanda ve Fransa taraflarına ayıran sınır lagünü de ikiye bölüyor, lagünün bir kısmı Holanda'ya, diğer kısmı Fransa'ya ait. Her iki tarafın [...]

14 December 2012 | Sal Adası'ndan St. Marteen'e

Atlantik Geçişi

İlk ve şimdilik tek Afrika limanımız olan Cabo Verde adalarından Sal'den 1 aralık cumartesi sabahı iki başımıza ayrıldık. P1000804.JPG Biz demir alırken başlayan, 20-25 knot esen hava dört gün boyunca devam etti, Atlantik'e çıktığımızdan beri ilk kez karşılaştığımız kaba [...]

14 December 2012 | From Ilha Do Sal to St. Marteen

Crossing the Atlantic

We left our first and only African harbor Sal Island on December 1st, 2012 and started sailing west. The weather was cloudy and cool, wind 20-25 knots from the northeast with gusts of 28 knots. The seas were confused and the boat was rolling much more than in our previous crossings. It became an adventure [...]

in the USVI

02 September 2013 | St. Thomas, St. John
Nadire, Caribbean style
We sailed from St. Barts to St. Thomas in 15 hours, trying hard to slow Keyif down so as to enter Charlotte Amalie in daylight. Finally, we were down to third reef on the mainsail, furled the genoa, almost put the engine on reverse in 10 knots of wind!!! The good boat Keyif is fast like her master. Our dear professor, Dr. Mike Sussman from Portland, OR, flew to spend his birthday with us in the USVI. The weather, the sushi, the anchorages and snorkelling were all perfect for us, we had a marvellous three days together.

With Panagiotis and Maria, welcome to paradise

28 February 2013 | The British Virgin Islands
Nadire, joy and laughter
An amazing time filled with laughter, fun, happiness aboard Keyif in the BVI with our brother, Admiral of the seven seas, King of Ouzo and of the Aegean Sea, Panagiotis and his lovely bride Maria.

Ünlüler adası St. Barts

01 February 2013 | St. Barthelemy, French West Indies
Nadire, lüks hayat
31 Ocak'ta Anguıllaidan çıkışımızı aldık, 1 şubat sabah 7:30'a demirimizi alıp Anguilla'nın kuzeyinden St. Barts'a yol verdik, Anguilla'nın kuzey burnunu dönünce Atlantik Okyanusu bizi karşıladı, dalgalarında biraz zıpladık, bir buçuk ay önce buralardan nasıl da heyecanla St. Marteen'e doğru yol aldığımızı hatırladık, uzun okyanus geçişini düşündük. St. Barts'a 5 mil kala oltamıza bir dokunan oldu ama kaçtı, sushi hayallerimiz suya düştü, yaklaşık 7 saatlik yelken seyri ve Gustavia limanında yer arama çabalarından sonra limanın yarım mil kadar dışındaki Corossol adında bu adanın en eski köyünün önüne demir attık.
Ünlüler adası St. Barts.'a gelirken Pupa Yelken'de Sadun Boro ustadin bu adayla ilgili 1966 yılında, ben bir yaşında bir bebekken yazdıklarını okudum, kitaptaki resme daldım gittim. O zamanlar bomboş olan limanın içinde şimdi, dünyanın hiç bir yerinde görmediğimiz kocaman yelkenliler neredeyse milyar dolarlık dev motoryatlarla yanyanalar. Bizim gibi yelkenlilere hiç yer kalmadığı gibi, yer olsa da oraya girmek çıkmak değme cambaz yelkencinin yapacağı iş değil. Önce içerde tonoz bulamadığımıza bozulduk, bir de gidip limana baktık ki, manevradan hiç çekinmeyen Selim Kaptan bile 'Aman iyi ki de yer yokmuş, nasıl girip çıkardık buradan.' demekten kendini alamadı. Adanın başşehri Gustavia kasabası hala çok güzeldi, lokantalarına kafelerine uğramadığımız, alışverişlerimizi de St. Marteen'le Anguilla'da makul fiyatlarla yapmış olduğumuz için bize pahalı da gelmedi, bir tek liman ücreti diye iki güne 28 euro aldılar, aslında kendi çapamızla Allah'ın koyunda demirdeyiz, ne hizmet alıyoruz limandan belli değil, ama itiraz etmek boş, ada ekonomisine katkı oluyor diye verdik gitti. Ayrıca bu adada şimdiye kadar gördüğümüz en kolay gümrük muamelesini gördük, pasaportlarımıza bile bakmadılar! Hani ille de baksın diye liman müdürünün burnuna teknenin kağıtlarını soktuysam da 'Lazım değil, görmeme gerek yok.' dedi, 'Eh bari pasaportumuza bir damga vurun, hani vizeniz diye sorun.' diyecek oldum, 'Ne yapayım pasaportunuzu, buyrun adamıza.' diyiverdi, eh biz de bu adayı çok sevdik haliyle.
St. Barths'ta sanki bir Fransız kasabasındaydık. Üç günde sadece iki tane zenci gördük, fakirlik, sefalet hiç denecek kadar az, her şey düzenli, tertemiz, şıktı. Kadınlar çok güzel, erkekler çok yakışıklı, çocuklar çok şirindi. Kasabada Cartier, Hermes, Ralph Lauren gibi butikler sıra sıra dizili, başka da adını bilmediğimiz, üzerinde fiyat olmayan malları sergileyen dükkanlar dolu, pastane, fırın ve süpermarkette ise fiyatlar makul, St. Marteen ayarında, satıcılar çok dost canlısıydı. Mayo ve yüzücü gözlükleri satan bir dükkanda suda düşürdüğüm kulak tıpalarımın ve burun tıkacımın aynısını 6 euroya buldum, eurom yok deyince adam tıpaları cebime koydu, olunca verirsin diye gülerek beni yolcu etti. Buralarda botumuzu zincirlemeye hiç gerek olmadı!
Demir yerinde çevremizde adanın yerlisi tekneler tonozlara bağlılardı. Bir kaçında irili ufaklı şirin ve akıllı köpekler vardı. Fransız ahali köpeklere ve çocuklara çok meraklı. Teknelerinde çocuklarıyla beraber yaşayan genç çiftler çokça. Hele yanımızdaki teknedeki veletlerin biri henüz ancak vardavela tellerine tutunarak ayakta durabiliyordu, nasıl şirindı anlatamam. Yarım mil mesafedeki limana Hobie Mirage marka şişme kanomuzla pedal basarak gidip gelirken iki beygirlik motorumuz var diye dalga geçiyorduk, ahalinin çok hoşuna gidiyordu. Teknenin dibini temizlerken bitirdiğimiz tüpümüzü doldururken dalış klübünün hocası Türk olduğumuzu öğrenince 'Aaaa, ben Kemer'de de çalışmıştım, çok severim Kemer'i, çok güzeldir diyip işimizi 5 euroya halletti. Sonra limanın arkasında Shell Beach dedikleri yere kadar gittik, hakikaten de dedikleri kadar varmış, bütün sahili rengarenk deniz kabuklarıyla dolu böyle bir kumsal hayatımızda hiç görmemiştik. Kendimi tutamadım, çocukluğumu hatırlayıp Selim'in 'Yeter, ne yapacaksın bunları?' itirazlarına aldırmadan bol bol kabuk topladım. Akşam cumartesi gecesi eğlence olur diye yine Gustavia'ya bu sefer botumuzla gittik, ama kasabada hiç hayat yoktu, çok şaşırdık. Geç olmasa Anguilla'ya reggae dinleyip dans etmeye giderdik diye dalga geçerek teknemize erkence döndük.
Sabah karışan ve epeyce yağan hava öğlene doğru açıldı, hafif bir esinti yeniden başladı, güneş açtı, saatlerdir otopilotun alarmından ana kamaraya paralel bağlamaya çalışan Selim kıçaltında girdiği delikten çıktı, ben de sintine temizliği, yemek gibi teknik olmayan işleri bitirdim, havuzluğumuza kurulduk, etrafımızdaki birbirinden güzel tekneleri, ikide bir başını sudan çıkarıp yanımızdan merakla bize bakıp merhaba yapan, sonra da dalıp kaybolan deniz kaplumbağalarını, yelken antremanına çıkan optimist ve laserleri seyrederek keyif çattık.
Akşamüstü rüzgar iyice azaldı, sonra kalmadı. Biz de tekne dibi temizleme seansımızdan sonra yine şişme kanomuza binip bu sefer de Corossol köyünü gezmeye gittik, minicik şipşirin, rengarenk boyalı, kedili köpekli evler, temiz sokaklar, yemyeşil ağaçlar ve rengarenk çiçekler arasından yürüdük, köyün taş fırınından gelen kokulara dayanamayıp bir pizza aldık, küçük kumsalda, günbatımında demirdeki teknemizi ve çevrede yelken yapan muhteşem güzellikteki yelkenlileri izleyerek piknik yaptık.
St. Barts'taki son günümüzde Fatty ve Carolyn Goodlander çiftinin tanışmamızı istediği seramik, çömlek ve opera sanatçısı, ressam, atelye sahibi ve yelkenci Jennifer May'le buluştuk. Jenny Tanzanya'da doğmuş, İngiltere'de okumuş, 21 yaşında tekne yapmaya karar vermiş, ama bu işi İngiltere'de yapamayacağını anlayınca sevgilisiyle Karayip'lere gelmiş, sevgilisi onu St. Barts adasında perişan bir teknede cebinde 10 pound'la terkettiği sırada limanın içinde bir sandalda kürek çeken Loulou'yla tanışmış. Şimdiki eşi Loulou'yla birlikte hayalindeki yelkenliyi inşa edip Amerika'nın doğu yakasını ve bütün Karayipleri dolaştıktan sonra Atlantik'i geçip Türkiye sahillerine kadar gelmiş ve dönüp St. Barts'a yerleşmişler. Loulou artık denize çıkamadığından sevgili teknesi Pluto'yu satmak zorunda olan Jenny çok üzgündü, bizim hikayeleri dinledikçe biraz neşelendi. Galerisi ve atelyesi limanın içinde, önünde çok şirin yelkenliler bağlı, bahçesinde bir bindirme skiff kürek teknesi vardı. Kırk yıllık kürekçi Selim bu tekneyi kim kullanıyor sorusuna niye sen kullanmıyorsun yanıtını alınca tekneyi suya indirdiğimiz gibi ayaklığını, oturağını, karbon küreklerini takıp Gustavia limanından Karayip denizi'ne açıldık, uzun aylar sonra hem de Karayip Denizi'nde kürek çekmenin keyfiyle Selim tutmasam ada turu atacaktı! Kısa süre sonra kendi yaptığı sandalla yanımıza gelen Jenny'le de biraz yarıştık, sonra onları teknemizde ağırladık, St. Barts'ın renkli simalarından biriyle böyle güzel bir gün geçirdik. Yola çıkmadan önce son alışverişler için markete gittiğimizde ilginç bir tesadüf oldu, tereyağını burdan mı alsak diye aramızda konuşurken bir hanım yanımıza gelip yoksa siz Türkçe mi konuşuyorsunuz demez mi! Gönül Hanım ve eşiyle de böylece tanışıp ahbab olduk, işleri dolayısıyla neredeyse tüm dünyayı gezmişler, en çok St. Barts'ı sevip burada ev alıp yerleşmişler. Onlarla da beraber kahve içip Türkiye'den, Almanya'dan, çoluk çocuktan, bu ada hayatından sohbetler ettik, hemen gideceğimize çok üzüldüler, bir daha yolumuz düşerse buluşmak üzere sözleşip sarılıp ayrıldık. 5 Şubat günü saat 11:30'da demirimizi alıp yağmurlu karışık bir havada St. Barts'a elveda dedik, St. Thomas adasının Charlotte Amalie limanına yol verdik.

Karayiplerdeki ilk adalarimiz

31 January 2013 | Saint Marteen-Anguilla
Nadire, güneşli gunler
Karayiplerdeki ilk adamız St. Marteen biraz turistik, ama eğlenceli ve çok güzeldi. Bu adada yarı tatlı sulu kocaman bir lagün var, adayı Hollanda ve Fransa taraflarına ayıran sınır lagünü de ikiye bölüyor, lagünün bir kısmı Holanda'ya, diğer kısmı Fransa'ya ait. Her iki tarafın da günün belirli saatlerinde açılan köprüsü var, Hollanda tarafından girince hem köprüye hem de lagünde kalmak için tekne boyuna göre para ödeniyor, Fransa tarafında bedava. Biz geldiğimiz gün Hollanda tarafındaki köprüden lagüne girmek istedik. Gümrük memuresi hanım 'Bizim adaya vize almamışsınız, burdan giremezsiniz' diye tutturmaz mı? 'Yapma, etme, bak okyanus geçtik, günlerdir yoldayız, bu gece şuraya demir atalım, yarın Fransız tarafına gideriz.' dedim ama dinlemez. Neyse uzun muhabbetlerden sonra hanımın Cumartesi günü çalışmak zorunda olduğu için sinirli olduğu, zenci olduğu için de ukala turist beyazlara gıcık olduğu anlaşıldı, 'Burdan Amerika'ya evlatlarımıza gidecektik.' diye ağlaşınca 'Amerika vizeniz varsa sorun yok, girebilirsiniz' dedi de rahatladık. O sevinçle tekneye dönüp Türk kahvemizi içene kadar köprü açılıverdi, biz apar topar demir alıp kanala girene dek de üstümüze kapandı, dışarda kalıverdik. Bu sayede Karayiplerdeki ilk gecemizi Simpson Bay'de demirde iki başımıza şampanya içip öğlen yakaladığımız wahoo balığımızı yiyerek kutladık. Ertesi sabah köprüden geçip Simpson Bay Marina'ya bağlanırken Cruising World dergisi yazarlarından, bütün ömrünü denizde yaşamış dostumuz Fatty Goodlander'ın arkadaşları Shai ve Lorraine gelip halatlarımızı aldılar. Shai Talmi aslen İsrailli, İsrail ordusunda 6 yıl bilgisayar ve iletişim uzmanı olarak çalışmış, sonra Amerika'ya yerleşip New York'lu muhasebeci Lorraine ile evlenmiş, bizim yaşımızdalar, on yıl önce her şeylerini satıp savıp Gordita adında Fransız yapımı bir Waiquez Amphitrite 43 marka keç alıp denize çıkmışlar, birkaç yıl gezdikten sonra da gelip St. Marteen'de yerleşmişler. Shai The Wired Sailor diye bir şirket kurmuş, megayatlara televizyon sistemleri, uydu internet, bilgisayar sistemleri kuruyor, sezondayken başını kaşıyacak vakti yok. Bize akşam yemeğine gediklerinde Shai karnını doyurup kahvesini içince uyuklamaya başlıyordu. Lorraine de bir muhasebe ve danışmanlık şirketi kurmuş, o da çok çalışıyor, ofisleri marina ofisinin hemen yanında, evleri, yani Gordita ise ofisin önündeki iskelede bağlı. Bize kol kanat gerdiler, çok güzel ahbablık ettik, adayla ve Karayiplerle ilgili çok şey öğrendik onlardan.
Marina'ya bağlandığımız ilk gün havuzlukta Lorraine'le sohbet ederken karşı pontondaki Song adlı klasik Amerikan yelkenlisinden yaşlıca bir çift kucaklarında beş yaşlarında çok şirin ama hasta görünümlü bir oğlan çocuğuyla çıkıp biraz telaşla bizim arkadaşlara oğlanın hasta olduğunu, hangi hastaneye gidebileceklerini sordular. Böylece Collie Karayiplerdeki ilk hastamız oldu, onu hemen teknesine geri taşıdık, tatlı tatlı muhabbet edip kakao pişirdik, içinde erittiğimiz parolü içince Collie de, anneannesi Anne de rahatladılar, daha sonra Anne ve Michael ile çok iyi dost olduk, teknesiyle Amerika'dan Türkiye'ye kadar gelmiş, Marmaris'te iki yıl geçirmiş, Türk sahillerini çok seven Michael bize Karayiplerden Amerika'nın doğu sahiline nasıl çıkabileceğimizi kendi maceralarını da katarak anlattı.
St. Marteen'deki ilk haftamızda Selim'in Amerika'da eğitimde olduğu yıllardan tanıştığı ve daha sonra yakın dostumuz olan Dr. Richard Davidson ve ailesi de tatile gelmişlerdi. Adadaki ikinci günümüzde Atlantik'teki son gün tuttuğumuz on kiloluk dorado'yu alıp Davidson'ların kaldığı eve ziyarete gittik, Richard ve çocuklarının da yardımıyla nefis bir balık çorbası ve buğulama yaparak Atlantik geçişimizin şerefine kadeh kaldırdık. Tuna nehrinde bizimle Keyif'te bir hafta geçiren Richard ve eşi Niza teknemizin direkli halini çok daha fazla sevip beğendiler. Bir akşam da Shai ve Lorraine bizi bütün Karayip'lerin en büyük deniz malzemecisi olan Budget Marine'in sahibi Robbie Ferrel ve eşi Carrie'yle beraber yemeğe götürdüler. Robbie Ferrel çok enteresan bir insan, 1970'lerde Güney Afrika'da apartheid karşıtı faaliyetlerinden dolayı istenmeyen adam ilan edilince bir yelkenliye atlayıp Karayip'lere gelmiş, çeşitli adaları gezip kendi de Hollandaca konuştuğundan St. Marteen'e yerleşmiş, yine bizim sıkı denizci yazar ahbab Fatty Goodlander'ın da yardımlarıyla bu işi kurmuş. Eşi de Antigua'lı, kayınpederi Karayiplerin ilk charter şirketini kuran adammış. Robbie Türkiye'yle çok ilgilendi, Selim de ona bütün gece Ortadoğu tarihi ve Türkiye'yi anlattı, sohbet öyle koyulaştı ki hayatında adadaki meşhur Caroussel dondurmacısına hiç gitmemiş, gitmeyi de reddeden Robbie ilk defa bizimle beraber Caroussel dondurmacısına bile geldi.
Saint Marteen'de ilk iki haftamız göz açıp kapayıncaya kadar geçti gitti, araba kiralayıp iki gün adayı gezdik, çıplaklar plajı diye nam salmış Orient Beach'e kadar gittik. Botumuza atlayıp lagünün içindeki malzemeciler Budget Marine ve Island Water World'den eksiklerimizi tamamladık. Sabahları kumsala çıkıp koşuyor, kahvaltıdan sonra ufak tefek tekne işlerini bitirip, öğleden sonra şişme kanomuzla Simpson Bay kumsalına gidip uzun yüzüyorduk. Bir gün St. Marteen ilkokulunun beden eğitimi dersine denk gelmişiz, çocuklar sahilin dibindeki okul binasından başlarında öğretmenleri kumsala fırladılar. Kimi mayolu, kimi üniformalarıyla suya daldılar, balık gibi yüzüyorlardı. Anladık ki buralarda beden eğitimi dersi böyle denizde geçiyormuş. Birkaç tanesi bizim kanoya tutundu, 'Haydi sizi kaçıralım, kanoyla Saba adasına gidelim.' dedik. Tam o sırada öğretmenleri çağırdı da çocuklar elimizden kurtuldular. Bu zenci çocuklar o kadar şirinler ki bir gün elimizden bir kaza çıkacak, bir oğlan bir de kız kaçıracağız tekneye diye korkuyoruz.
Deniz ve rüzgar çok müsait olmasına rağmen tamir ve bakım işlerimizin yoğunluğundan tekneyi ondört gün kaldığımız marinadan sadece bir tek gün çıkarabildik, lagünün içinden Fransız tarafına geçtik, Sandy Ground köprüsünden çıkıp Grand Case koyuna demir attık, deniz kaplumbağalarıyla yüzdük, hava kararırken lagüne geri döndük. Deniz suyundan tatlı su yapan mucize aletimizi uzunca bir süre kullanmayacağımız için korumaya almak amacıyla asitli sıvıyla filtrelerini yıkadık, buzdolaplarını boşalttık. Aralık sonunda tekneyi marinada bırakıp Shai ve Lorraine'e emanet ederek Istanbul'a geldik. İstanbul gezimiz çok koşuşturmacalı ama zevkli geçti, şehrimizi özlemişiz. On gün sonra İstanbul'dan ve dostlardan ayrılıp Amerika'ya çocukların yanına gittik. Beş gün içinde iki bin km araba kullanıp Allaha şükür üç evladın da dertlerini hallettik, birinin evini taşıdık, diğerinin okul toplantısına katıldık, üniversite hazırlıklarını başlattık, oğlanın arabasını tamir ettirdik, evinin eksiklerini giderdik, 15 ocak akşamı hep beraber küçük kızın onsekiz yaş doğum gününü kutlayıp, onları kar altında bıraktık ve 16 Ocak'ta tekrar St. Marteen adasındaki teknemize vasıl olduk. Bir gün dinlenip tekneyi topladık, canı çıkmış emektar valizlerimizi marina çalışanlarına hediye edip tekneye sığdırmaktan kurtulduk, yakındaki büyük süpermarketten nevalemizi aldık, hatta tekneyi baş kıç edip baştaki navigasyon ışıklarımızı söküp yenilerini taktık, mazot - su - benzin depolarımızı doldurup arkadaşlarımız Shai ve Lorraine'le de helalleştikten sonra lagünün içinden Fransız tarafındaki köprüye doğru yol verdik. Amma velakin, teknemizi biraz ağırlaşmış ! bulduk. St. Marteen'de yarı tatlı, durgun ve ılık sulu lagünün içinde bir ay durunca kekamozlar onuncu ayını dolduran zehirli boyayı hiç tanımamış, her tarafı istila etmişler. Önce durumun ciddiyetinin farkında olmadığımız için Fransız tarafının başşehri Marigot'nun önüne demir attık, namuslu yelkenciler olarak gidip Hollanda tarafından çıktığımızı, Fransız tarafına girmek istediğimizi deklare edince bir de Fransız tarafına giriş parası ödedik, ama içimiz rahat etti. Ertesi gün yakındaki Grand Case koyuna gitmek üzere demir alıp da 27 knot esen rüzgarda bizim normalde 7-8 knot giden hızlı kızımız 2,5 knot giderim, daha fazla kıpırdamam diyince, dümen de çevrilmez olunca Selim 'herhalde ya dümeni ya pervaneye bir şey takıldı herhalde, kekamoz bu kadar da yavaşlatmaz' deyip dibe daldı ki, altımız olmuş Babil'in asma bahçeleri, pervane bir top, hareketli salma neredeyse inmeyecek. Grand Case'da demir atınca elde spatüller iki gün alt temizliği yaptık. Evsiz bıraktığımız onbinlerce böcek maskenin şnorkelin kapatmadığı her yerimize, saçlarımıza, kulakarımıza doldular. Indiana Jones filmlerindeki gibi böcek adamlara dönüştük. Kofana büyüklüğündeki balıklar da biz temizlik yaparken ortalığa saçılan böcekleri hemen temizlediler. Kekamozlarla beraber zehirliyi de biraz kazıdığımız için de huzursuz olduk, yeniden dibimize yerleşmesinler diye her gün yüzerken teknenin altını inceliyoruz. Bu sıralarda karaya çıkıp zehirli yenilemek işimize gelmiyor.
St. Marteen'de Fransız kısmındaki Grand Case koyunda Salı geceleri karnaval gibi bir sokak eğlencesi düzenleniyor. Biz de Salı gecesi botla karaya çıktık, Shai ve Lorraine de arabayla geldiler, karnaval kıyafetleri giymiş fıstık gibi kızlar arasında dansettik, sokak yemeklerinden yedik. Yol kenarlarında çalan orkestra şaşılacak kadar iyiydi. Gece onbire doğru tekneye döndükten sonra da sabaha kadar karadan gelen müziği dinledik.

Ertesi gün elveda St. Marteen diyerek 17 mil mesafedeki Anguilla adasının Road Harbour koyunda 3,5 metre kuma demirledik. Anguilla turistik ve kalabalık St. Marteen'e mesafe olarak çok yakın ama çok farklıydı. Sakin, mazbut, doğası harika, nefis kumsalları olan, insanları çok canayakın bir ada. Burası St. Kitts ve Nevis'le beraber İngiltere'ye bağlıymış, ama İngiltere buralara para yatırmak istemediğinden, 1970lerde bu üç adaya 'Haydi gözünüz aydın, bağımsız oldunuz, Anguilla'yı da St. Kitts'e bağladık.' diyerek bu adalardan kurtulmak isteyince kızılca kıyamet kopmuş, Anguilla halkı 'Biz bağımsızlık istemiyoruz, bizi St. Kitts'liler yönetemez, ancak İngiltere kraliçesine boyun eğeriz.' diye isyan edip ellerine geçirdikleri silahlarla polis karakolunu basmışlar. St. Kitts'li polisler canlarından bezmiş, adadan kaçmışlar. Bu sefer de Anguilla'lıları almış bir düşünce, Yahu bunlar şimdi bizi istila ederler, iyisi mi biz baskın çıkalım, biz onları istila edelim.' diyip iki tane Amerikalı paralı asker kiralamışlar, sandallara atlayıp 70 mil ötedeki St. Kitts'i istilaya gitmişler. Orada da epeyce bir arbede çıkınca St. Kitts'liler İngiltere'ye 'Alın bu delileri başımızdan.' diye yalvarmış, Anguilla'lılar muratlarına ermiş, bağımsızlıktan kurtulmuşlar, yine İngiliz tebası sayılmaya başlamışlar. Vize alayım diye beni şehre götüren taksi şöförü 'Ne zorumuz var, bağımsız olacağız da ne olacak, şimdi ne güzel İngiliz ve Avrupa birliği vatandaşıyız, senin gibi vize derdimiz yok. Üstelik İngiltere bize bir sürü de para veriyor, yol, su elektrik getirdi adaya, daha ne isteriz.' diyip gülüyordu. Adama hak verdim doğrusu.
Adaların büyük çoğunluğu zenci ve aslında adalı zenciler teknesiyle gelenleri de, diğer turistleri de pek sevmiyorlar, sadece lütfedip katlanıyorlar. Bazen çaktırarak, bazen de çaktırmadan ellerinden gelen çeşitli eziyetleri de ardlarına koymuyorlar. St. Marteen'e ilk geldiğimizde bize de hainlik edip geldiğimizi göre göre köprüyü üzerimize kapatmış, sonra da 'Köprüyü zamanında geçemeyen salaklar siz miydiniz?' diye alay etmişlerdi. Ama sonra işler değişti. Nihayetinde biz buralara gelen standart batılı ve Amerikalı beyaz turistlere ve 'yatçı'lara benzemiyoruz. Hem rengimiz epeyce kara, hem tipimiz biraz Hintliye benziyor, hem de dilimiz bir tuhaf. Biz de farklılığımızı vurgulamak için elimizden geleni yapıyoruz. Oda Boro'nun hediyesi, İstanbul'daki evinde ziyarete gittiğimizde başından çıkarıp verdiği bandanayı başımdan hiç çıkarmıyorum, çok şirin oluyor, rengarenk. Renkli çiçekli elbiselerimi, Hindistan çarıklarımı da giyince beni o sevmedikleri beyazlara benzetemiyorlar, başlıyorum Türkiye muhabbetine, hemen dost oluveriyoruz. Önce pasaporta 'Oooo Türk müsün, vizen var mı' diye bakmaya başlayanlar birden 'Hallederiz merak etme' diyorlar. Gittiğimiz gün işlem yaptırırken zenci memureyle oğullarımızın aynı yaşta olduğu ve ikisinin de Amerika'da okuduğu ortaya çıktı, hanımla neredeyse kardeş olduk. Ertesi gün bizim koydaki diğer teknelerin sahipleri ondan azarı işitmişler, gümrük binasının önünde içeri giremeden bekleşiyorlardı. Ben gelirken memure 'Hoşgeldin Nadire' diye kapıyı açıverince, dışarda bekleşenler 'Aman bizim işi ne zaman halledecek bir öğrenir misin.' diye benden rica etmeye başladılar. Uzun lafın kısası, bizim pasaporta vize lazım olsa da farketmiyor, bizler gibi 'gariban' ülkelerin halkları yine dayanışıyor, beyaz adamdan kazığı yiyenler birbirlerini koruyup kolluyorlar. (Yine de Anguilla'da vize için 140 dolar ödeyince epeyce bozulduk. Bundan sonra daha dikkatli olmaya ve bu tür formalitelerde bizden en az para isteyecek adalara gitmeye karar verdik.)
Anguilla'nın demirde kalınabilecek sadece iki tane koyu var, diğer koylarında gecelemeye izin yok, demir atmak ise paralı. Bizim demirlediğimiz Road Harbor koyunda adanın tek yük iskelesi var, ayrıca bütün adanın en güzel kumsallı da burası. Çevremizde farklı milletlerden on onbeş tane tekne ve tek tük balıkçı teknesi vardı. Hemen arkamızdaki yük iskelesine her gece mavnalar ve küçük arabalı vapurlar yük getiriyordu. Kıyımızda yumuşak ince kumlu çok güzel bir kumsal, arkasında biraz salaş 3-4 tane bar ve lokanta geceleri güzel müzik çalıyorlar, bazen danslar da ediliyordu. Köy hindistan cevizi ağaçları ve yeşillikler arasında azı bakımlı, çoğu orta halli 10-15 tane ev, insancıl sokak köpekleri, civcivler, tavuklar, her sabah öten horozlarla bize Paşalimanı'nı hatırlattı. Sahildeki tek bakkalın stokları yoka yakın, ihtiyar, sıska bir zenci teyze 'Ne lazımsa yazın, akşama oğlum şehirden gelirken getirir' diye yardımcı oluyordu. Biz de epeydir hasretini çektiğimiz ve kabak kalye, patlıcan musakka gibi dünya nimetlerini yoğurtsuz yutamadığımız için yoğurt istedik, sade olsun diye de yazdırdık, ama maalesef bu insancıklar sade yoğurt bilmediklerinden çilekli, muzlu, hindistan cevizli bir sürü yoğurdumuz oldu. Selim füzyon mutfağı yapalım, musakkayı çilekli yoğurtla yiyelim diyince Atlantik'te bulanmayan midemin kusacağı geldi.
Anguilla'da hava sıcak, ama bunaltmıyor, hemen her gün 3-5 dakika yağmur yağıp, açıyordu. Bir gün akşamüstü başladı, bütün gece şarıl şarıl yağdı. Tentemizle su toplama düzeneğini önceden kurmadığımıza pişman olduk. Liman çok korunaklı, ölü dalga çok hafif, bazen o bile hissedilmiyor, rüzgar daima aynı yönden, hemen hiç drise etmeden 15 knot civarında esiyor, bazı günler 20-25 knotu buluyor, deniz bizim bu civarda hiç kabarmıyordu. Rüzgar jeneratörümüz ve güneş panelleri buzdolabını ve kamara ışıklarını iyi besledi, motoru şarj amacıyla hiç çalıştırmak zorunda kalmadık.
Sahildeki salaş kafelerden biri olan Roy's Beachside Grill'de birer bira içip internetlerini kullanmıştık, meğerse internetleri şifresizmiş, üstelik hemen önüne demir attığımız için de mükemmel çekiyor. Sabah 9'da açıp akşam 10'da kapıyorlar, biz de her gün onların internetinden dünyaya bağlandık, bütün hafta skype'tan herkesle telefonla konuştuk, emaillerimizi yazdık, işlerimizi hallettik.
Pazar günü sahilde bizdeki devlet dairelerine benzeyen küçük gümrük ve polis binasının önünde Anguilla polisi güçlendirme derneğinin yıllık pikniği vardı, zenciler çoluk çocuk geldiler, akşama kadar müzik çalıp dansettiler, yüzdüler, büyük mangallarda tavuklar kaburgalar pişti, polisin ileri gelenleri sırayla mikrofonu alıp uzun uzun Anguilla'lı hemşerilerim nevinden nutuklar attılar, biz de polislerin şipşirin zenci çocuklarıyla bir olduk, kumdan kaleler yapıp yüzüp eğlendik.
Selim'in doğum gününde kocaman mehtaplı, ılık, hafif esintili, muhteşem bir gecede, bembeyaz, incecik kumlu, arkası palmiyelerle süslü kumsalda yürüdük, sonra havuzlukta kurufasulye pilav kaşıkladık, kucak kucağa Türk kahvelerimizi höpürdetirken mehtabın çekimine dayanamadık, bota atlayıp kumsala çıktık, sahildeki salaş barın müzikleriyle iyice dansettik, ayaklarımızı Karayip denizinde yıkadık. Aklımız buralara yelken açmak hayallerini kurmamızı sağlayan, yıllarca önce çok zor koşullarda buralara gelmeyi beceren ve yazdıklarıyla içimize deniz sevgisi, uzak ufuklara yelken açma arzusu işleyen Sadun- Oda Boro çiftinde, mehtapta ne yapıyorlardır diye düşünerek tekneye dönüp klavyeye sarıldık, onlara uzun mektup yazdık.
Aslında sevgili arkadaşlarımız Yaprak ve Dr. Göksel Gülcan çocuklarının sömestre tatilinden istifade ederek İzmir'den St. Marteen'e gelip bizimle bir hafta geçireceklerdi. Son dakikada kızları hastalanıp hastaneye kaldırılınca planları iptal oldu, Göksel'le defalarca telefonlaşıp kızlarının iyileştiğini öğrenene kadar bizim de içimiz rahat etmedi. Gelemediklerine üzüldüysek de her işte bir hayır vardır, daha güzel bir yerine gelirler gezimizin diye düşünüp kızlarının iyileştiğine sevindik. Onlar gelmeyince bizim de bir daha demir kaldırıp St. Marteen'e dönmemize gerek kalmadı, Anguilla'da yayıldık, Selim dikiş makinesini çıkarıp koltuklarımıza güzel örtüler dikti, yine sahilde koştuk, yüzdük, şişme kanomuzla uzun uzun gezdik. Anguilla'da bir hafta çok çabuk geçiverdi.

Atlantik Geçişi

14 December 2012 | Sal Adası'ndan St. Marteen'e
Nadire, güneş, rüzgar, bulutlar, yağmur, ve kocaman okyanus
İlk ve şimdilik tek Afrika limanımız olan Cabo Verde adalarından Sal'den 1 aralık cumartesi sabahı iki başımıza ayrıldık. P1000804.JPG Biz demir alırken başlayan, 20-25 knot esen hava dört gün boyunca devam etti, Atlantik'e çıktığımızdan beri ilk kez karşılaştığımız kaba denizler bizi epeyce çalkaladı. Yemek pişirmek, tuvalete gitmek, hatta uyumak bile bir macera haline geldiler, sağa sola çarpmaktan her yerimiz morarınca işimiz olmadığında yan gelip yatmaya, gerekmedikce kıpırdanmamaya karar verdik. Anayelkenimiz ikinci camadanda, yarım cenovamız gönderde, 7-8 knot hızla yol alırken Keyif'in ne kadar keyifli gittiğini hissedip mutlu oluyorduk. Limanlarda tanıştığımız, bizim gibi iki kişilik ekipler uzun seyirlerde düzenli nöbet tuttuklarını söyleseler de biz buna pek inanmamıştık, bomboş okyanusta saatte bir kafayı kaldırıp etrafa bakıyor, hava kötüyse dümenin başına gitmeden içerideki ikinci monitörden radarı ve AIS'i kontrol ediyorduk.
İlk gecemizde Cabo Verde'nin son adası San Antonio'yu bordalarken ilk gemimizi gördük. Daha sonra çevremizde uçan balıklar ve tek tük deniz kuşundan baska kimse kalmadı, biz de kamaramızda uyumaya ve saat başı kalkmaya başlamıştık ki bir gece yarısı yoğun bir balık kokusuyla uyandık: salona kocaman bir uçanbalık girmiş! Kanat çırparken yakalayıp denize geri gönderdik. Dört günden sonra güneş yüzünü gösterdi, rüzgar 18-20 knota düştü, dalgalar makul boyutlara indi, Sadun Boro üstadın Pupa Yelken'ini okuyup hayalini kurduğumuz okyanus havasına kavuştuk, havuzlukta yayılıp keyif yapmaya başladık ama ertesi gün karışık, yağmurlu ve huysuz bir gün oldu, rüzgar her yandan her kuvvetten esti, bize biraz yelken talimi yaptırdı. Yarı yola vardığımızda rüzgarımız ticaret rüzgarı olduğunu, yüzyıllardır bu rotada nice gemiler taşıdığını hatırlayıp doğudan tatlı tatlı esmeye başladı, biz de rahatladık, Keyif yine 7 knotla uçmaya başladı. Yolculuğun bu aşamasında artık düzenimiz kurulmuştu, sabahları motor calıştırıp aküleri tazelerken espressolarımızı içiyor, sonra güzel bir çayla kuvvetli kahvaltılar ediyorduk, aman kendimize iyi bakalım, hava sertlerse sağlam olalım bahanesiyle pastırmalı börekleri, sucuklu yumurtaları afiyetle yiyorduk. Sonra dalgalar müsaitse Selim rüzgar dümenini kurmaya calışıyor, yoksa ufak tefek tekne işleri yapıyor, ben email yazıyor veya kitap okuyordum. Akşam üzeri ikimiz de birer güzellik uykusu uyuyor, aksam yemeğimizden sonra da projeksiyon sistemimizi kurup güzel filmler seyrediyorduk. Bir rastlantıyla Atlantik Rally for Cruisers adlı ralliye katılan 270 teknelik filoyla aynı günlerde yola cıktığımız için uzun menzilli SSB radyomuzda onların sohbetlerini dinliyor, çevremizde birçok yelkenli olduğunu biliyorduk. Bu sayede kendimizi yalnız hissetmesek de geceleri rahat uyumak yerine durmadan uyanıp çevremizi kollamamız gerektiğinden biraz da bunaldık. Gerçekten de herhalde bir rekora imza atıp ilk 8 günde iki gemi dört tane de yelkenli gördük. Sona yaklaşırken rüzgar kuvvetlendi, gitmeden bu ekibe bir Atlantik havası göstereyim dercesine kuzeydoğudan 30-35 knot bindirdi, arada da yağmur geldi, tekne yukarı aşağı, sağa sola, iki yana sallanıp duruyor, kamaradaki eşyalar bağlı oldukları yerde tangırdayıp duruyordu. Karışık büyük dalgalar, aniden ufukta belirip üzerimize bardaktan boşanırcasına yağmur yağdıran kara bulutlarla artan sert rüzgar biraz yordu, ama pes etmedik, içerde bu sefer pırasalı börek pişirdik, o bitmeden kıymalı patates, irmik helvası derken iyice beslendik. Bir yandan da tekne dalgaların sırtından inerken 15-16 (Selim bir sefer 19,5 görmüş!) knot hızlarla uçmaya başlayınca camadan vurup rüzgar değiştikçe camadan açtık, bir sakatlık olmadan sallantılı havayı atlattık.
Uzun menzilli SSB radyomuz sayesinde başka teknelerin konuşmalarını dinlediğimiz gibi hava raporu almak da mümkün. Her ne kadar Türkiye'deki dostlarımız Hakan Erim, Mehmet Türel ve Yavuz Sarıoğlu ile Fransa'dan Christian sayesinde bizim hava tahmin raporlarımız her gun cok sağlam bir şekilde ulaşıyorsa da Nadire yirmi küsür yıldır Atlantik Okyanusu geçişlerinde teknelere gönüllü olarak hava durumu tahminleri yapan okyanus denizcileri arasında bu işin piri olarak nam salmış Herb Hilgenberg'le konuşmayı çok istiyordu. Aslında tüm prosedür çok komik. Her akşam saat 20:30da uzun menzilli radyoda belirli bir frekansta Herb yayın yapıyor. Bütün tekneler o saatte hep beraber radyo başına geçip Southbound 2, Southbound 2 diye Herb'e seslenmeye başlıyorlar. Radyo kanalı bir anda Herb'i cağıran, sanki dini bir ayindeymiş gibi ona yalvaran kaptanların sesleriyle doluyor, Southbound 2 bize cevap verrr.... Sonra teknenin adını, tam mevkiini ve gittiğin rotayı söyleyince, Herb sana üç gün boyunca başına gelecekleri ve yapman gerekenleri tek tek yazdırıyor. Bu hizmeti karşılığında tek istediği senin bulunduğun yerdeki havayı öğrenmek. Herb'in önerilerine ihtiyacımız olmasa da Atlantik'i geçip de bir kez bile Herb'le konuşamamak Nadire'yi çok üzecekti, sanki bu yolculuğun önemli bir ritueli eksik kalmış olacaktı. Neyse yolun son 500 milinde, günlerce uğraştıktan sonra Nadire de Southbound twooooo burası Keyif, bizi de kutsa nolursun çağrılarına cevap alabildi çok şükür...
Son iki günümüz kuzeydoğudan giderek hafifleyen rüzgarın önünde, güneşin altında keyif yaparak geçti. Cabo Verde'den yola çıkarken tipik bir ticaret rüzgarları geçişi düşlemiştik, sıcak, güneşli bir havada, sakin rüzgarlarla havuzlukta oturup güneşlenmeyi, kitap okumayı, yazı yazmayı hayal etmiştik. Tam da öyle olmadı, hava serindi, rüzgar güçlüydü (şikayet edemeyiz, bu sayede sıkı yelken seyirleri yaptık) yağmurlar yağdı, denizler tahminimizden kabaydı, cok sallandık. Ama dilediğimiz gibi okuyup yazamasak da cok güzel dinlendik, bol bol uyuduk, güzel yemekler yedik, düşünmeye, konuşmaya, planlar yapmaya vaktimiz oldu, sıkıntısız kazasız günde 170 mili bulan seyirler yaptık, dümene ve iskotalara neredeyse dokunmadan koca okyanusu geçtik. Daha doğrusu okyanus geçmemize izin verdi, biz de onu sevdik, belki de deniz hayatımızın en kolay günlerini yaşadığımızı bilmemize rağmen bu geçişten sonra denizciliğimize ve teknemize olan güvenimiz arttı. Bu yolculukta Keyif'e iyice alıştık, çok da sevdik. Sadece 105 cm su çekmesi, tek büyük dümen palası yerine sancak iskelede iki küçük palası, köşeli ve geniş hatlarıyla çok hızlı ve hızı seven bir tekne, yavaşladığı zaman dalgalar arasında sallanıp çırpınmaya başlıyor, hızlıyken dalgalar üzerinden sörf yapar gibi ve daha stabil gidiyor, 8.5 knot hız hissedilmiyor bile. Büyük ve açık havuzluğuna rağmen nispeten de kuru bir tekne. Karadeniz'den bu yana havuzluğa sadece iki kez serpinti girdi. Doğrusu cok sert orsa seyirleri yapmadık, ama özellikle bu son Atlantik geçişinde karışık ve kocaman dalgalar gördük, yine de hiç ıslanmadık. Tabii bir keresinde kaptan nefes alsın diye açık bıraktığımız mutfak penceresinden içeri dolup kaptana güzel bir duş yaptıran yaramaz dalgayı saymazsak...
Nihayet Sal adasından demir aldıktan 14 gün 8 saat ve 2300 mil sonra Karayiplerde St. Marteen adası Simpson Bay'de demir attık, havuzlukta oturmuş hafif hafif sallanırken şampanyamıza bugün oltamızı şenlendiren wahoo eşlik ediyor. Keyif'teyiz!

Crossing the Atlantic

14 December 2012 | From Ilha Do Sal to St. Marteen
Nadire, wind, sun, clouds, rain, and the big ocean
We left our first and only African harbor Sal Island on December 1st, 2012 and started sailing west. The weather was cloudy and cool, wind 20-25 knots from the northeast with gusts of 28 knots. The seas were confused and the boat was rolling much more than in our previous crossings. It became an adventure to cook, eat, go to the toilet, and even to sleep. When our bruises were too many to count, we stopped moving about the boat unless absolutely necessary and started to lie down as much as possible. Keyif was sailing downwind happily with two reefs in the main and half genoa out on the pole. Our boatsped was a steady 7-8 knots and our autopilot was handling it very well. We still had not completely figured the Windpilot out. Double handers we had met told us we had to keep a regular watch schedule, but we were a little lax, we were scanning the horizon once every hour and when the weather was strong, checking the radar and the AIS from the cabin, without bothering to go out into the cockpit. The weather was cool, cold even, cloudy and not very pleasant outside.
We saw our first ship in our first night, as we boarded San Antonio, the last of the Cape Verde Islands. Then we were alone in the ocean for two days, with flying fish and seabirds to accompany us. One night we woke up to the strong smell of fish in the cabin, to find a big flying fish flapping on the cabin floor, caught and threw her back into mother ocean immediately! Just like our sailing friends on the westbound net mentioned, after 4 days of leaving Sal, the sun came up, the wind and the seas moderated, and we began to have the famous trade wind sailing conditions that we had read so much about. Just when we had enjoyed the cockpit for a day, the wind changed again, came from all directions, even straight from the nose, it rained, and rained again, and gave us a confused day with some sail handling. Half way across, trade winds came back, Keyif was happy once more, averaging 7,5 knots of boat speed with her mainsail and genoa. We had a routine by now, in the mornings we would run the engine to feed the hungry batteries that the autopilot, navigation system and radar were draining, and have an espresso in the meantime, then we would drink Turkish tea and have huge breakfasts of Turkish pastries, bacon and eggs, and justifying ourselves that we needed to eat well and be strong just in case we run into some nasty weather! If the seas were not so rough, Selim would play with the Windpilot, trying to tame it, and I would write emails or read. We would each have a siesta every afternoon, and watch a movie after dinner before we went to bed. One of us was supposed to wake up on the hour every hour for the first half and the other the next half of the night. However, as a coincidence the Atlantic Rally for Cruisers had a delayed start from Las Palmas, and were now crossing our path from north to south, so listening to their net on the SSB, we knew there were many boats around us, and we had to be more careful. It was good in a way, we did not feel lonely, but bad, because we saw at least one boat every night, so could not have the restful watches we had planned. Througout the voyage, we saw 4 ships and 6 sailboats, a possible record for such a route. Towards the end, the wind picked up again, as if to say 'you need to see how it can be here in the ocean' and began to blow 30-35 knots from the northeast. Rain followed us, naturally, with confused seas again. Although never as bad as when we first started from Sal, the waves were big, and hit the boat from all sides. Keyif took it all very well under 2nd reef in the main and staysail, surfing at 15-16 (once even 19 !!) knots down the waves, and we, trusting her, and her autopilot, cooked and ate and slept inside, going out only when she needed a reef.
Nadire wanted very much to get weather advice from the famous Herb Hilgenberg on Southbound II, considering it an important part of the ritual of the Atlantic crossing. We did not actually need Herb's advice, since our dear friends Hakan Erim, Mehmet Turel and Yavuz Sarioglu in Turkey and Cristian Couette in France were regularly providing us with excellent up to date weather information and Christian with also advice on which route to take. Herb, who has been providing free weather information for all sailors all over the Atlantic Ocean for more than 20 years is the weather guru of curisers. Talking to Herb had become an obsession with Nadire and she was trying every night. Actually the whole procedure is pretty queer. Every night at 20:00 UTC Herb transmits on a certain frequency. All who wish to speak to him turn their radios on and begin shouting Southbound Twoooo Southbound Twooo at the same time. The frequency is filled with anxious voices calling Herb, as if in a secret prayer ritual, pleeeasee hear us oh Herb... Then if you give him your position, and route, he tells you exactly how the weather will be and what you should do for the next three days. All he wants in return is to learn how thw weather is where you are. He is seriously amazing, and it is an awesome thing he is doing, reassuring to hear his calm relaxed voice in the middle of the ocean. A little bit like palm reading, only much closer to truth. In any case, just three days before landfall, a little less than 500 miles to the finish, Nadire finally got an answer to her Southbound Twoo, this is Keyif, please bless us too, prayers and got to talk to her guru, and Selim could take a deep breath.
Our final two days were spent in the cockpit, under the sun, watching the puffy clouds go by, as Keyif raced west before the ever lessening wind. As the wind died, we contemplated on raising the gennaker, the Parasailor, and finally decided on the steel sails, for the last 20 hours of the trip. Last day out we had a wahoo on the hook for the two of us, and a one meter dorado good for 8, that came to St. Marteen with us for a celebration dinner with the Davidson family.
As we left Sal, we had envisioned a typical trade wind sailing passage with hot weather, moderate winds, sunny skies, to sit in the cockpit and read and write and also watch the starry sky at night, well it did not quite happen that way. However, we cannot complain, we had a very fast, very easy and comfortable passage, for a two person crew we rested well, ate maybe too well, slept well enough, and sometimes too much, had time to think, talk and make plans. The weather was cool, the wind pretty strong, which was a blessing that allowed us to have 170 mile days without and problems of health, breaking gear, or accidents. Thanks to the strong Furuno autopilot we did not touch the wheel for 2300 miles, whatever the boat speed. We crossed the ocean, the truth is, the ocean let us cross, and we loved her. Even though we know this was probably the easiest passage of our lives, we still built a lot of trust in ourselves as sailors and in our boat as well. She is a fast one, likes to go fast. She draws only 1,05 meters of water, has two small rudderblades on starboard and port, a hard chine hull and is wide, when she is slow, she is sluggish between the waves. When she has power, she surfs on top of them. She is also a relatively dry boat even though she has an open and big cockpit. We had water in the cockpit only twice from the Black Sea to here. Of course, there was the time when we left the kitchen hatch open so the captain could breathe as he cooked, and a naughty wave gave him a small shower, but that does not count....
So, 2300 miles, 14 days and 8 hours after hoisting anchor from Sal we anchored in Simpson Bay in St. Marteen, drinking champagne in the cockpit and swaying slightly in the wind. It is a beautiful evening in the Caribbean...

About & Links