Macera başlıyor, Avrupa'nın kalbine doğru ilk yolculuk
08 April 2012 | Port D'Arsenal, Paris
Nadire, yağmurlu ve soğuk bir Avrupa baharı
1970lerde Selim'in kendi yaptığı kontrplak botlara ve babasının sandalına yelken direği takarak, Nadire'nin Pirat'ıyla suya çıkan bir komşu amcaya tayfa yazılarak başlayan yelken maceraları önce ayrı ayrı, sonra birlikte, giderek büyüyen, ahşap, fiberglas ve sac yelkenlilerle çeşitlenmiş, çocuklarımızla birlikte yaz kış, iş hayatımızın izin verdiği her fırsatta denize çıkarak epeyi tecrübe edinmiştik. 2011 yılında hekimlik mesleğine ara verip dünya turuna çıkmaya karar verdiğimizde uzun araştırmalardan sonra yeni bir tekne yaptırmaya karar vermiş ve Alubat OVNI 445'i seçmiştik. 1973'ten beri aluminyum tekne inşa eden Alubat tersanesinin adı Fransızca 'Aluminium Bateau' (aluminyum tekne) sözcüklerinin ilk hecelerinden türetilmiş. OVNI modeliyse yine Fransızca'da "Object Volant Non-Identifie" (UFO-bilinmeyen uçan cisim)'in kısaltılmışı. Gerçekten de teknemiz boyasız aluminyum bordasıyla benzer boyutlardaki plastik yelkenli teknelerden çok farklı görünüyor, Akdeniz ve Ege'de çok nadir görülen ama Antarktika dahil okyanuslarda bini aşkın kardeşi olan Alubat çekilebilir salması, çekildiğinde sadece 105 cm su kesimi olması, hard chine gövde yapısı sayesinde gelgitli denizlerde su çekildiğinde rahatlıkla karaya oturtulabilmesi nedenleriyle okyanuslarda gezen denizcilerin ve Atlantic Rally for Cruisers'la World Rally for Cruisers'ın da kurucusu ünlü Romen denizci Jimmy Cornell'in de tercih ettiği tekne.
Alubat tersanesi Fransa'nın Atlantik kıyısında, Biscay Körfezi'nde Vendee Globe yarışlarının start aldığı Les Sables D'Olonne kasabasında yerleşik. Teknemizi buradan alıp okyanusa kestirmeden açılmak yerine önce Eski Dünya'ya doya doya bir elveda demek, hep büyük şehirleriyle tanıdığımız Avrupa hayatını bir kez de içinden, nehir ve kanallarından görmek istedik. Teknemiz güçlü metal gövdesi ve sığ sularda seyredebilme özellikleriyle nehirlerden geçmeye çok uygundu. Uzun planlamalardan sonra Les Sables'den Nisan başı yola çıkıp Fransa'nın Atlantik kıyısından kuzeye doğru seyrederek Manş Denizi'ne ulaşmayı ve Le Havre limanında Seine Nehri'ne girerek yaz başında Tuna'dan Karadeniz'e açılmaya karar verdik.
24 Mart Pazar gecesi trenden indiğimizde hemen otele gitmek yerine önce tekerlekli valizlerimizi çekerek marinaya yürüyüp üç ay önce kaynak aşamasında bıraktığımız teknemizi ziyaret ettik ama sistemlerini tanımadığımız için ışıklarını açmaya çekinerek heyecanla yarı karanlıkta inceledik. Ertesi sabah erkenden uyanıp kahvaltı bile etmeden ismini Keyif koyduğumuz yeni evimize koştuk. Tersane çalışanları büyük bir nezaketle sipariş ettiğimiz her şeyi tekneye taşımış, usturmaçalarımızı şişirip asmış, çapamızı, zincirimizi yerine koymuş, hatta botumuzu bile şişirip başüstüne kapak etmişlerdi. Biz tekneye yerleşmeye çabalarken Fransız demiryolu şirketi SNCF'nin yolculara kolaylık olması için ayrıca naklettiği 100 kiloya yakın bavullarımızı da Alubat'çılar üşenmeden tekneye taşıyıp bizi utandırdılar. Sonra onlar hummalı bir çalışmayla her ayrıntıyı son kez kontrol ederken biz de Keyif'e elimizden geldiğince yerleştik ve İstanbul'a kadar iki ay sürecek büyük sefere hazırlandık. Deneme seyirlerinde tekneyi tahminimizden daha hızlı ve dümene yatkın bulduk. Daha önce Yunanlı arkadaşımız Panayot'un yeni Malo'sunu teslim alırken İsveç'te ve yaşlı bir hocamızın trawler'ı ile Seattle'da gelgitli sularda birer hafta yarı-misafir olarak gezmiştik ama 8 metreye yakın gelgiti olan, suyun kilometrelerce çekildiği, kayalık ve sığlıklarla dolu bir denize ilk defa yalnız başımıza açılacak, sonrasında da sisi, trafiği, 10 knota ulaşan akıntısı, ve nice zorluklarıyla meşhur Manş Denizi'nin bir kısmını aşacaktık. Okyanus yarışçılığına gönül verip bu bölgeye yerleşen Tolga Pamir'in İstanbul'da evimize kadar zahmet ederek verdiği değerli bilgilere ek olarak bulabildiğimiz bütün seyir kitaplarını okuduk, Alubatçıları ve limanda tanıştığımız denizcileri bıktırmamaya çalışarak açılacağımız suların özellliklerini öğrenmeye uğraştık. En büyük yardımı üzerimizde aborda duran, bizden bir hafta önce suya inmiş OVNİ 346'sı ile önümüzdeki yaz Grönland'a gitmeyi planlayan Christian'dan aldık. Saint Malo yakınlarında, gelgitin maksimumunda denizin 18 km çekildiği bir kasabada doğmuş büyümüş, ailesi doktor olmasını isterken liseden sonra denize açılmış, ömrü okyanusta geçmiş gerçek bir deniz aşığı olan Christian planlarımızı duyunca bize önce akşamını, konu bitmeyince ertesi gün öğleden sonrasını ayırarak bilmemiz gerekenleri harita üzerinde göstererek, dikte ettirerek mükemmel bir şekilde öğretti, bu hızlandırılmış kurs sayesinde hazırlıklarımız tamamlandı, rotamızı kesinleştirdik. Tekneyi gördüğümüz ilk andan beş gün sonra sabah gün ağarırken Christian halatlarımızı çözdü, Seine Nehri'ndeki evinde buluşmak üzere sözleşip helalleştik ve Les Sables'ı denize bağlayan nehirden batıya doğru açıldık.
Biscay Körfezi'nin kuzey köşesinde sırasıyla Vendee, Brittany ve Kanal Adaları'nı iki başımıza altmış saatte geçtik ve bir zamanlar Transatlantiklerin kalktığı meşhur Cherbourg limanına ulaştık. Karaya çıkınca ilk girdiğimiz sokakta karşımıza çıkan ilk dükkan Galatasaray Kebapçısı oldu. Hemen ötesinde de Marmara Kebapçısı vardı. O günden sonra, Avrupa'nın içlerinde nehirlerde yol alırken en küçük kasabalarda bile çalışkan vatandaşlarımızın irili ufaklı dükkanlarını görüp gurur duymaya alıştık.
Ertesi sabah Cherbourg'dan Normandiya Çıkartması'nın yapıldığı sahilleri sancağımıza alarak Le Havre'a doğru yaptığımız son deniz seyrinde 3 bofor rüzgar arkamızda, akıntıysa devamlı kafamızdaydı. Epeyi mazot yakarak gün batarken girdiğimiz Le Havre marinasında ertesi gün öğleden sonra peşpeşe antrenmana çıkan optimistler, laserler, 29lar ve diğer küçük teknelerdeki yüze yakın sporcuyu seyrederek, bu spora 6 yılını vermiş olan oğlumuzu hasretle anarak keyifli bir gün geçirdikten sonra ikinci gün sabah 4:30da palamar çözdük, iki mil açılıp sığlıkları geçerek saat 5'te suyun en alçak olduğu zamanda iki taraflı dubalarla işaretlenmiş Seine nehrine giriş kanalına girdik.
Ömrümüzde ilk defa uzun bir nehir seyri yapıyorduk, gelgit aleyhimize dönmeden limanımıza kadar yükselebilmek için yollu gidiyor, bir taraftan da daracık nehirdeki limanlara giren veya çıkan dev gemilerin 5-10 metre dibinden seyir yapıyorduk. Selim'in 1970'lerde İstinye'deki balıkçılık ve kürekçilik yıllarından nisbeten alışkın olduğu bu durum önce biraz heyecanlı geldi ama gün ağardıkça nehrin iki yakasında evler, tarlalar, otlayan inekler, işlerine - okullarına giden insanları gördükçe giderek yeni hayatımızı benimsedik, sevdik.
Direğimizi indirip karadan taşıtabileceğimiz tek elverişli liman olan Rouen'a ulaştığımızda okulunun bahar tatilinden istifade bize yardıma gelen küçük kızımıza da kavuştuk. İngilizcesi pek kısıtlı olan liman işçileri ile bizim 30 küsur yıldan beri hiç kullanmadığımız Fransızcamızla dilimiz döndüğünce anlaştık, ertesi sabah suların en alçak olduğu saat 10:30 da vincin dibine gelmek üzere sözleştik.
Sonra maraton başladı, kızımız Güneş'in de yardımıyla yelkenler indi, katlandı, halatlar roda edildi, direğe çıkan kabloların bağlantıları fotoğraflandı, markalandı, fişliler söküldü, lehimliler kesildi. Akşam Rouen'da Jeanne d'Arc'ın yakıldığı yerin karşısında escargot (salyangoz) yedikten sonra sabah gün ışırken teknedeki hazırlıklara devam ettik, ön - arka ve yanlarda birer çarmıh dışında tüm liftinleri laçka ettik, direğe tırmanıp tepesinden ışıklar, rüzgar göstergelerini de söktük ve randevu saatine ancak yetiştik. Son derece nazik ve gayretli bir ekip tarafından itinayla indirilen direğimiz gurcataları, iki roller, 16 parça çarmıh - ıstralya, bilumum halat ve kablolarıyla nurtopu gibi önümüze kondu, maratonun finişi görünmüştü ancak çok güvendiğimiz sporcu kızımız ateşler içinde hasta yattığı için bütün iş ikimize kalmıştı. Donanımın tamamını söküp katlayıp tekneye yüklemek, rollerları oynamayacak ve zarar görmeyecek şekilde direğe bağlamak ve nihayetinde 17 metrelik 150 kglik direği boydan boya naylon filmle sarmak, boşluk bırakmamak için omuz verip arada kaldırmak epeyi yorucu oldu. İş bittiğinde önceden birlikte defalarca koştuğumuz 42,195 metrelik maratonlardan daha fazla yorulmuştuk ama akşam olmadan nehirdeki lehimize akıntıdan istifade edecek şekilde yola çıkmaya da vaktimiz kalmıştı.
Seine Nehri'nde ilk irtifa havuzuna kadar güçlü akıntıya karşı giderken gelgit saatlerine göre değişen akıntı ve su yüksekliklerini bilmek gerekiyordu. Rouen'den sonra ilk limanımıza yanaşırken yelkenli tekne olduğumuzu gören ve salmamız nedeniyle sığ suda oturacağımızı düşünen kıyıdakiler tarafından heyecanla uyarıldık, ama neredeyse bir sandal kadar az olan su kesimimiz nedeniyle hiç sorun olmadan nehrin küçük bir girintisine saklanmış limanımıza rahatça ulaştık. Rouen kentine sadece 30 km uzak olmamıza rağmen tamamen doğayla başbaşa, 30-40 tane kuğunun arasında, dolunayın ışığında ağaçların altında gecenin tadını çıkardık, sabah gelgitle sular yükselirken yeniden nehre açılana dek büyülü bir dünyada gibiydik.
Amfreville irtifa havuzu kendi teknemizle girdiğimiz ilk irtifa havuzuydu. Amfreville'den sonra gelgitin etkisi kayboldu, akıntı yavaşladı. Ömrümüzde hiç görmediğimiz birbirinden güzel kuşlar belirdi, her köşeden genellikle çifter çifter bazen sürüler halinde kuğular çıkmaya başladı. Bir sonraki durağımız ünlü Fransız empresyonist ressam Monet'nin uzun yıllar yaşadığı ve resimleyerek ölümsüzleştirdiği nilüferlerle dolu rengarenk çiçeklerle çevrili havuzlarıyla meşhur Givernay yakınındaki Vernon kentiydi. Teknemizi iki katlı muhteşem bir av köşkünün önündeki kürek ve yelken kulübünün iskelesine bağlayıp Givernay'e yürüdük. Kuş sesleri arasında bahar çiçekleriyle donanmış ağaçları seyrederek ilkbahar kokularını içimize çekerek yamaçlarda yürürken Monet'nin resimlerinin içinde gibiydik.
Ertesi sabah yine gün doğarken yola koyulduğumuzda nehirde zamanın ne kadar farklı aktığını, karaya o kadar yakın olmamıza rağmen ne kadar farklı ve ne kadar güzel yaşadığımızı gördük. Biz kıvrılarak ilerleyen Seine üzerinde birbirinden çarpıcı yalıların önünden, özenle bakılan bahçeleri, kuşları, renkleri, peniche denilen klasik nehir teknelerini ev olarak kullanan ailelerin kurduğu hayatları izleyerek ve çiçek kokularını içimize çekerek, saatte 13 km hızla giderken altından geçtiğimiz otoyolun köprülerinin üzerinde saatte 120-130 km hızla giden arabaların içindeki insanların dümdüz ilerleyerek bir saatte vardığı Paris'e ulaşmamız bir günden fazla sürdü. Zamana sıkıştığımız için hocamız ve arkadaşımız Christian'ın oturduğu Conflans Saint Honorine'de duramadık, ama bir köprünün üzerinde bizi beklediler, gaz kestik, denizci usulu el işaretleriyle ve bağrışarak sohbet ettik.
Seine Nehri'nde 20-30 kilometrede bir karşımıza çıkan havuzlarda yükselerek yağmurlu ve soğuk bir günde Paris'e ulaştık. Önümüzde önce Eyfel kulesi, peşinden Notre Dame kilisesi belirdi, nehirde turist gezdiren teknelerin arasından ve tarihi köprülerin altından geçerek Paris'teki limanımız Port d'Arsenal'e ulaştığımızda akşam olmuştu. Paris'in merkezinde, Bastille meydanına komşu limanımıza bağlanırken önümüzdeki meydanın ortasındaki sütunun yükselen ışıklı melek heykelinden ve çevremizdeki cıvıl cıvıl hayattan gözümüzü alamıyorduk. Eskiden Paris'e elimizde iki valizle gelir, her gecesi için yüzlerce euro vererek küçücük otel odalarında kalırdık. Şimdiyse kendi teknemizle, yeni evimizle Paris'in göbeğindeydik. Günlüğü 24 euro olan bu limanda iki gün kalıp kentin tadını çıkarırken yolumuzdaki 3,5 metreden bile alçak köprülerin altından güvenle geçebilmek için radarımızı söktük, tekneyi küçük kanallara hazırladık.