Enchanted Waters

Vessel Name: Keyif
Vessel Make/Model: Alubat OVNI 445
Hailing Port: Istanbul
Crew: Nadire Berker & Selim Yalcin
About: A surgeon and a physician who were in love with the sea for many years decided to embark upon their dream voyage when their three children, now young adults, left the family nest on their own life journey.
Extra: Mesleğimiz şekil değiştirdi, çocuklarımız yuvadan uçtular, çok geç olmadan hekimliğe ara verip hayallerimizi gerçekleştirmek, dünya denizlerine açılmak istedik.
02 September 2013 | St. Thomas, St. John
28 February 2013 | The British Virgin Islands
01 February 2013 | St. Barthelemy, French West Indies
31 January 2013 | Saint Marteen-Anguilla
14 December 2012 | Sal Adası'ndan St. Marteen'e
14 December 2012 | From Ilha Do Sal to St. Marteen
28 November 2012 | Sal Adası, Cabo Verde
28 November 2012 | Isla du Sal, Cabo Verde
21 November 2012 | Pasito Blanco, Gran Canaria
19 November 2012 | El Hierro, The Canary Islands
07 October 2012 | Lanzarote Adası, Kanaryalar
25 September 2012 | Formentera Adası, İspanya
24 August 2012 | Lavrio, Yunanistan
31 May 2012 | Sonunda İstanbul
14 May 2012 | Saal Marina, Tuna nehri
01 May 2012 | Ren Nehri, Wiesbaden, Almanya
08 April 2012 | Port D'Arsenal, Paris
Recent Blog Posts
02 September 2013 | St. Thomas, St. John

in the USVI

We sailed from St. Barts to St. Thomas in 15 hours, trying hard to slow Keyif down so as to enter Charlotte Amalie in daylight. Finally, we were down to third reef on the mainsail, furled the genoa, almost put the engine on reverse in 10 knots of wind!!! The good boat Keyif is fast like her master. Our dear professor, Dr. Mike Sussman from Portland, OR, flew to spend his birthday with us in the USVI. The weather, the sushi, the anchorages and snorkelling were all perfect for us, we had a marvellous three days together.

28 February 2013 | The British Virgin Islands

With Panagiotis and Maria, welcome to paradise

An amazing time filled with laughter, fun, happiness aboard Keyif in the BVI with our brother, Admiral of the seven seas, King of Ouzo and of the Aegean Sea, Panagiotis and his lovely bride Maria.

01 February 2013 | St. Barthelemy, French West Indies

Ünlüler adası St. Barts

31 Ocak'ta Anguıllaidan çıkışımızı aldık, 1 şubat sabah 7:30'a demirimizi alıp Anguilla'nın kuzeyinden St. Barts'a yol verdik, Anguilla'nın kuzey burnunu dönünce Atlantik Okyanusu bizi karşıladı, dalgalarında biraz zıpladık, bir buçuk ay önce buralardan nasıl da heyecanla St. [...]

31 January 2013 | Saint Marteen-Anguilla

Karayiplerdeki ilk adalarimiz

Karayiplerdeki ilk adamız St. Marteen biraz turistik, ama eğlenceli ve çok güzeldi. Bu adada yarı tatlı sulu kocaman bir lagün var, adayı Hollanda ve Fransa taraflarına ayıran sınır lagünü de ikiye bölüyor, lagünün bir kısmı Holanda'ya, diğer kısmı Fransa'ya ait. Her iki tarafın [...]

14 December 2012 | Sal Adası'ndan St. Marteen'e

Atlantik Geçişi

İlk ve şimdilik tek Afrika limanımız olan Cabo Verde adalarından Sal'den 1 aralık cumartesi sabahı iki başımıza ayrıldık. P1000804.JPG Biz demir alırken başlayan, 20-25 knot esen hava dört gün boyunca devam etti, Atlantik'e çıktığımızdan beri ilk kez karşılaştığımız kaba [...]

14 December 2012 | From Ilha Do Sal to St. Marteen

Crossing the Atlantic

We left our first and only African harbor Sal Island on December 1st, 2012 and started sailing west. The weather was cloudy and cool, wind 20-25 knots from the northeast with gusts of 28 knots. The seas were confused and the boat was rolling much more than in our previous crossings. It became an adventure [...]

Budapeşte-Köstence-İstanbul

31 May 2012 | Sonunda İstanbul
Nadire, yaz gelmiş memleketime
Bebekliğinden beri tatilleri teknede geçmiş aslan denizcimiz, kızımız Deniz Budapeşte’de bize katıldı, onun tekneye gelişiyle moralimiz düzeldi, yorgunluğumuz azaldı. Önce birlikte Budapeşte’nin tadını çıkardık, sonra yolculuğun zorlu kısmına başladık. Çok yağmurlu bir günde sabah mazot depomuzu doldurup Macaristan Tuna’sında yol almaya başladık. Evine uğramaya söz verdiğimiz Kaptan Tamaş Tuna’nın bir yan dalında, Rackeve kasabasında oturuyordu, Rackeve’ye girerken ve çıkarken iki irtifa havuzundan geçmek lazımdı, çok zaman kaybedecektik, üstelik de çok yağmur vardı. Vazgeçip yol verdik, bütün gün yol alıp yine nehrin yan dallarından birindeki büyüleyici Baja kasabasına girdik. Tam limana girerken ağaçların arasından yavrularıyla koşturan bir yabandomuzu gördük. Baja’da geçen güzel geceden sonra sabah erken Macaristan’ın sınır kenti Mohaç’a ulaştık. Buradan sonra Sırbistan başlıyordu, ama biz Sırbistan’ı Avrupa Topluluğu’nda sandığımızdan gümrük formalitesi yapmamız gerektiğini bilmiyorduk, Mohaç’ı hızla geçerken peşimize düşen perişan teknenin gümrük polisi olduğunu da önce anlayamadık. Gümrük polisi tarafından durdurulup Mohaç gümrüğüne geri gönderildiğimizde polis nehir ehliyetimiz olmadığını, Macaristan kanunlarına göre tekneye kılavuz kaptan almamız gerektiğini söyledi. Macaristan teknik olarak gerimizde kalmıştı, birkaç kilometre sonra Sırbistan’daydık. Uzun süren görüşmelerden sonra bizi kılavuz kaptan almış gibi göstermeye ve gitmemize izin vermeye karar verdiler, tabi kılavuz kaptan parasını da tereddütsüz tahsil ettiler. Tekneyi kontrole gelen gümrük polisleri turist gemilerine ve mavnalara göre yapılmış yüksek rıhtımdan bizim tekneye inemiyor, tepemizden bakıp sorular soruyorlardı. ‘Teknede alkol var mı?’ sorusuna hemen ‘Biz doktoruz, içki içmeyiz.’ cevabını yapıştırdık. Burdan sonra her girdiğimiz limanda gümrük polisine gitmemiz gerekti, her seferinde teknenin üzerindeki direk, boyu, eni, sadece tek motoru olması ve yalnızca 500 litre mazot deposu olması çok ilgilerini çekti. Nasıl olup da Tuna’da tek motorlu bir tekneyle gittiğimize çoğu zaman hayret ettiler. Macaristan’dan sonra Tuna’nın bir yanı Hırvatistan, bir yanı Sırbistan oldu. Biz Hırvatistan’a giriş yapmadık, Bezdan kasabasında Sırbistan’a girişi formalitelerini tamamladık. Vukovar’dan geçerken kurşun ve top mermileriyle harab olmuş kalıntılar bundan sadece 17 yıl önce Avrupa’nın (inşallah) son büyük iç savaşında Sırplarla Hırvatlar arasında yaşanan dehşeti hatırlattı. Tuna’da artık önceden alıştığımız şipşirin limanlar yoktu, ama kılavuz kitabımıza göre nehrin yan kollarında demir atmak bazen mümkündü. Biz de Sırbistan’da önce Backa Palanka’da, mavnalara hurda demir yüklenen bir rıhtımın yanındaki salaş bir balık lokantasının önünde demir attık, bölgenin meşhur balık çorbasından içtik, Tuna balıklarından yedik. Ertesi gün çok istememize rağmen vakit darlığından Sava nehrinin Tuna’yla birleştiği, Sırbistan’ın başkenti Belgrad’da duramadık, kalesinin güzelliği dikkat çeken Ram kasabasından sonra Tuna’nın bir kenarı Sırbistan, diğer kenarı Romanya oldu. Veliko Gradize kasabasında Sırbistan’dan çıkış işlemi yaptırırken, gümrükçüler çıkış işlemi yaparsanız Sırbistan tarafındaki kasabalara bir daha giremezsiniz diye bizi ısrarla uyardılar. Ya motorumuz bozulur da nehrin o tarafına tutunmak zorunda kalırsak diye şaka yaptığımda izin veremeyiz diye de ciddi ciddi söylendiler. Şimdiye dek gümrüklerde her sorunumuzu tatlı dil, hoşsohbet ve güler yüzle çözebildiğimden bunlara pek aldırmadık, önümüzde Tuna’nın en ünlü bölgesi Demir Kapı- Eisener Tor vardı. Dört darlıktan oluşan Demir Kapı geçidi Ren nehrindeki Loreley’den çok daha zor ve tehlikeli bir geçitmiş. Evliya Çelebi’nin anlatımıyla bu girdaplarda her yıl yetmiş seksen Tuna gemisi ve binden fazla insan helak olurmuş. Osmanlı İmparatorluğu zamanında Girdap Ağalığı denilen makam kurulmuş, burdan geçecek teknelere kılavuz verilir ve yine Girdap Ağası’nın yönetimindeki cerahor denilen kölelerin sahilden attıkları halatlarla tekneler akıntıya karşı çekilirmiş.
Sosyalizm döneminde 1967’de Yugoslavya- Romanya ortak projesi olarak buraya 2 irtifa havuzu ve hidroelektrik santraller yapılmış. Binlerce yıldır Tuna yolcularının korkulu rüyası olan Demir Kapı şimdi manzaralarıyla çok etkileyici ama artık tehlikeli olmaktan çıkmış. Maalesef barajlar yapılırken Osmanlı’nın Balkanlardaki son mirası olan Adakale sular altında kalmış. Bizzat padişahın diliyle, "kilid-i memleket-i Erdel ve Macar ve miftah-ı ülkât-ı Belgrad ve Tamşıvar", yani "Macaristan'ın kilidi ve Sırbistan ve Romanya'nın anahtarı" diye anılan Adakale 160.000 m² yüzölçümünde, üzerinde 1000 kadar Türkün yaşadığı, bir camisi, bir kalesi, küçük bir Ortodoks kilisesi, pazar yeri ve birkaç kahvehanesi bulunan bir adaymış. Baraj suları altında kaldıktan sonra adalıların çoğu Türkiye'ye göç etmiş.
Demir Kapı’nın boğazlarında Tuna yine daraldı, genelde 2-3 metre olan derinlik 30-40 metreyi buldu, akıntı iyice arttı, suda girdaplar oluşmaya başladı. Dört darlıktan oluşan Demir Kapı’nın üçüncü boğazında botunu bile üzerine alamayacak kadar küçük, 7 metre boyunda bir fiber yelkenliyle karşılaştık, tek başına Karadeniz’e doğru yol alan sahibiyle telsizle konuştuk, çok rüzgarlı ve dalgalı bir gün olduğundan irtifa havuzuna girmeyip bekleyeceğini öğrendik. Demir Kapı’nın dev irtifa havuzlarının ağızlarında rüzgarla artan dalga ve ters akıntının küçük tekneler için tehlikeli olabildiğini kılavuz kitabımız da yazıyordu. Gerçekten de bir ara rüzgarla birlikte çıkan dalga sanki denizdeymişiz gibi üzerimize serpinti yağdırdı, ama biz havuza doğru devam ettik.
Demir Kapı’nın ilk barajını geçtikten sonra Romanya’ya giriş yapmak üzere Turnu Severin’de bağlandık. Gümrük iskelesinde dev bir turist gemisi vardı, biz ise son derece eski ve bakımsız, içi hurda dolu bir yolcu gemisinin üzerine bağlanmak zorunda kaldık. Hayalet gemi adını taktığımız gemiden her seferinde korkarak geçerek çıktığım rıhtımda gümrük ve polis son derece rahattı, işlemleri yaptırmadan doğrudan kente gitmeme izin verdiler, tek açık market olan Carrefour’dan nevaleyi tamamladım, taksiyle limana döndüm, bu arada Romenlerin İngilizce, Fransızca, Almanca dillerinden hiçbirini konuşmadıklarını, ama bazen Türkçe’yi hem de çok güzel konuştuklarını, ve genelde yardımcı olmak için ellerinden geleni yaptıklarını da öğrenmiş oldum. Ertesi sabah Demir Kapı’nın Türkçe girdap sözcüğünden bozma Djerdap adlı ikinci irtifa havuzunu da geçtik, Tuna’nın bir kıyısı Romanya, diğeri Bulgaristan oldu. Bulgaristan’ın Osmanlı İmparatorluğu’na başkaldırısı döneminde isyancıların kullandığı, sonradan da müzeleştirilerek Tuna kıyısına bağlanan Radetzky gemisinin arkasındaki minyatür limanda bir mavnanın üzerine bağlanana dek yine bütün gün yağmurda yol aldık. Bağlandığımızda tesadüf eseri Bulgarların ulusal bayramı kutlamaları yapılıyordu, marşlar, şiirler, söylevler eşliğinde yemek yerken ya bizim Türk olduğumuzu anlayıp sorun çıkarırlarsa diye şakalaşıyorduk ki aniden makineli tüfek sesini andıran patlamalarla korkudan masanın altına yattık. Saniyeler sonra bu seslerin tam tepemizde patlayan havai fişekler olduğunu anlayıp gülmekten kırıldık. Sonra dışarı çıkıp tepemizde patlayan fişekleri seyrettik. Tuna nehrindeki en ilginç akşamımızdı.
Bir an önce İstanbul’a varabilmek için her gün sabah gün ışırken kalkıp her akşam hava kararırken gidebileceğimiz en uzak mesafedeki limana bağlanmaya çalışıyorduk. Çoğu zaman şiddetli, bazen de az ama hemen her gün yağmur altındaydık. Sığlıklar, virajlar ve altılı, bazen sekizli kafileler halindeki mavnalardan dolayı tekneyi otopilota bırakmak imkansızdı, kamyon şöförleri gibi daima dümende, bir elde şemsiye diğer elde dürbün, kırmızı yeşil şamandıra kollayarak, derinlik göstergesine bakarak, sırılsıklam tekne kullanıyorduk. Yorulan veya çok ıslanan içeri girip kaloriferin karşısında giysilerini, bere ve eldivenlerini kurutuyor, ayaklarını kaldırıp sahlep ya da çay içiyor, sıradaki nöbete çıkıyordu. Büyük kızımızın varlığı yolun bu zor kısmında bizi çok rahatlattı, Deniz Ege ve Adriyatik’teki uzun gece seyirlerinden kalan alışkanlığıyla nehirde de hiç şikayet etmeden uzun saatler dümen tuttu. Artık yolculuğun bitimine gün sayıyorduk. Giurgiu kentinde Deniz’i taksiye bindirip Bükreş havaalanına yolladıktan sonra içimizi iyice hüzün kapladı. Kötü hava, çevremizdeki fakirlik, yokluk, insanların ve sokak köpeklerinin perişanlığı, görmeyi hevesle beklediğimiz Osmanlı kalıntılarının içinde bulunduğu hüzünlü durum, hep adını duyup hayalimizde canlandırdığımız Karlofça, Mohaç, Vidin, Rusçuk, Silistre gibi kentlerin perişan hali moralimizi bozuyordu. Oysa hava güzel olsa, biz de daha az yorgun olsak Tuna’nın o vahşi, Amazonvari hali eminim çok hoşumuza giderdi. Son günümüzde Silistre’de durmaya kararlıydık, hiç olmazsa bir Osmanlı toprağı görelim istiyorduk, ama kentin önüne geldiğimizde yine o perişan görüntü, fakirlik, eski ve çirkin binalar, bağlanacak iskele yokluğu bizi yıldırdı, ‘Vatan yahut Silistre’ sorusunun cevabı ‘Vatan!’ oldu, yola devam edip Köstence kanalının başladığı, Tuna’nın bizim için son bulacağı, kara su anlamına gelen Cernavoda kasabasına geldik.
Cernavoda’dan sonra Karadeniz’e giden yol ikiye ayrılıyor. Tuna deltasına devam edip Sulina’dan Karadeniz’e çıkmak 240 kilometre daha uzun ve sığlıkları da daha fazla. Çavuşesku’nun kazdırdığı Köstence kanalı yolu kısaltarak Köstence limanının içine çıkıyor, ancak paralı. Biz direğimizi dostlarımızın yardımıyla Köstence’de dikme planı yaptığımız için kanaldan gitmeye karar vermiştik. Köstence kanalına girmek için Cernavoda’da izin almamız ve mavnaların arasında sıraya girmemiz gerekliydi, küçük teknelere öğleden sonra geçiş izni verilmiyordu. Cernavoda’da beklemek de neredeyse imkansızdı, çünkü bağlanacak bir tane bile iskele yoktu, var olan derme çatma iskeleler acenta teknelerine aitti. Önce bir acenta teknesi üzerine on dakikalığına bağlandık, kanala demir atarız diye düşünürken tesadüfen tanıştığımız, nehir kıyısında yarısı iskele yarısı ev olan dubalar üzerinde yaşayan ve mavnalara acenta hizmeti veren, tanıdığımız Romenler arasında da en iyi İngilizce bileni Radu ve eşi bize kol kanat gerdiler. Önce Keyif’i üzerlerine bağlamamıza izin verdiler, sonra gümrükçüyü çağırıp bir yandan Radu’nun kendi yaptığı şarabı içip sohbet ederken bir yandan da gümrük ve polis işlemlerini yaptırdılar, ayrıca da bizim için kanaldan geçiş sırası da aldılar. Radu olmasaydı kocaman mavnaların arasına demir atmamız, gümrük ve polise botla gidip gelmemiz gerekecekti.
30 Mayıs Çarşamba sabahı bir sürprizle uyandık. Nehri sis basmıştı. Sis o kadar yoğundu ki üzerine bağlı olduğumuz Radu’nun evini bile seçemiyorduk. Öğlene doğru görüş biraz düzeldi, iki mavnaların arkasından kanalın ilk irtifa havuzuna girdik, duvardaki babalara bağlandık ve havuz idaresine son kez ‘Hazırız!’ diye seslendik, kapılar kapandı ve vahşi doğası, yağmurlu havaları, sert ama tatlı insanları, deli akıntısı, mavi olması gereken kahverengi suyuyla Tuna arkada kaldı, kanala çıktık.
Tuna nehrine yelkenliyle girmenin kimselere tavsiye edilecek bir macera olmadığını itiraf etmek lazım. Bu nehir Seine, Marne, Moselle gibi gezmeye eğlenmeye uygun değil. Macaristan’dan sonra nehrin kenarında pek hayat yok, insanlar koşup oynamıyor, piknik yapmıyorlar, kuşlar yaklaşmıyor, geniş ama sığlıkları çok, akıntının taşıdığı alüvyon nehir haritalarını her an değiştiriyor, güncel bilgiyi ancak mavna kaptanlarından almak mümkün. Şiddetli akıntı nedeniyle üzerinde kürek çekmek, kano yapmak o kadar kolay değil. Avrupa’nın Amazon’u denen bu nehirde bazen 2-3 saat yol alıp hiç insan, hayvan hatta tekne görmemek mümkün. Özellikle Macaristan’dan sonra Tuna geçişi tam bir maceraya dönüşüyor, kazaen pervane düşse veya motora bir şey olsa tekneyi kurtarmak çok zor. Doğa aşıkları yan kollardan birine demir atıp balık tutup kafa dinleyerek tamamen kendi başlarına günler hatta haftalar geçirebilirler. Yaz aylarında, hava sıcak ve güneşliyken ıssız Sırbistan, Bulgaristan ve Romanya kıyılarının yeşil cennetlere dönüşeceği aşikar. Çevredeki kentlerin bomba düşmüş halleri, insanların fakirliği, hayvanların perişanlığından etkilenmeyenler için Tuna geçişi ilginç bir macera sayılabilir.
Çavuşesku zamanında kırk bin gönüllü gencin de katılımıyla insan eliyle kazılan ve 1984’te açılan 64 km uzunluğundaki kanal Tuna nehrinden denize bağlantıyı 240 kilometre kısaltıyordu. Yolculuğun başından beri her sabah üzerimizde ters kapak duran bota konup Keyif’e eşlik eden küçük kuşlar kanalda da yine yanımıza geldiler. Ender bulunan güneşli günlerden birinde kanalın iki yanında karnını doyurmak için eski püskü bisikletler ve at arabalarıyla nehre balık avlamaya gelmiş yüzlerce insan oturuyor, bir yanımızdan kamyon, diğer yanımızdan tren geçiyor, karşıdan dev bir mavna, arkamızdan bir diğeri geliyordu. Bizi Karadeniz’e bağlayacak son irtifa havuzuna girerken 150 euro kanal ücreti ödedik. Köstence limanına girdiğimizde yolculuğun son kuğu sürüsünün arasından geçtik. Köstence limanı Rotterdam’dan sonra hayatımızda gördüğümüz en büyük limandı, limanın içinden motorla 6 knot süratle Karadeniz’e açılmak bir saate yakın zaman aldı. Kuzeye doğru 9 mil tırmanırken deniz kokusunu içimize çekiyor, çevremizde zıplayarak bize hoşgeldin diyen yunusları seyrediyorduk. Köstence’deki Portul Tomis Marinası’nda bizi dostumuz, Osmanlı İmparatorluğu’nun son sadrazamı Tevfik Paşa’nın torunu, ünlü spor havarisi Naili Moran’ın oğlu Tevfik Moran ve eşi karşıladılar, bizim için ayarladıkları Neptun Marine ekibi direk için keşfe geldi, Türkçe konuştuğumuzu duyarak gelen sempatik Tatar Adnan Kerim de bize yardımcı olabilmek için elinden geleni yaptı, hatta bizim Tevfik’le akşam yemeğine gideceğimizi duyunca gönüllü olarak tekneyi korumak için biz dönene kadar başında nöbet bekledi. Ertesi gün sabah altıda direği hazırlamaya başladık ve tüm yolculuğun en sıcak gününü yaşadık, saat onda Neptün Marine çalışanları ve vinç operatörü bizi şaşırtacak, tüm endişemizi giderecek kadar titiz bir çalışmayla direğimizi kazasız belasız 4 saatte diktiler ama ekibi uğurladıktan sonra cayır cayır yakan güneşin altında çarmıhların, ıstralyaların, liftinlerin gerilmesi, radarın çalışır hale gelmesi, yelkenlerin çekilmesi, ıskotalar, mandarlar, telsiz anteni, silyon feneri derken akşam saat 8’e kadar Keyif bir türlü hazırlanamadı. Ama biz gitmeliydik, 20:30 da halatlarımızı çözdük, Karadeniz’e açıldık, Keyif’i otopilota emanet ettik, karşılıklı oturup bir Türk kahvesi içip derin bir nefes aldık. Yeniden denizdeydik, teknemiz yeniden yelkenli olmuştu!
Yaklaşık 20 saat sonra İstanbul Boğazı’nın Karadeniz ağzına ulaştık, mehtap yükselir, gecenin ilk yıldızları parlamaya başlarken Selim’in 1970lerde küçük sandalıyla açıklarında balıkçılık yaptığı Rumelifeneri’ni bordaladık, önce uzaklardan gelen ezan sesleri, sonra İstanbul’umuzun o çok özlediğimiz büyülü güzelliği bizi karşıladı. İki ay süren bu yolculuk boyunca gördüğümüz tartışmasız en güzel şehir, en güzel su yoluydu bu! Selim’in çocukluk ve gençliğinin geçtiği, daha sonra Forsa, Badem ve Anka ile yıllarca yaz kış, gece gündüz yelkenle gezdiğimiz, akıntılarını yenmek için binlerce tremolo attığımız Boğaz’ı inip Caddebostan’da Türk Balıkadamlar Kulübü önüne demir attığımızda Turgay Noyan ağabeyimizin sıcak hoşgeldin karşılaması ve sevgili Sadun Boro’nun hoşgeldiniz telefonuyla İstanbul’da olduğumuza bir kez daha inandık. Fransa’nın Manş Denizi kıyısındaki Le Havre limanından Seine nehrine girerek başladığımız nehir maceramızda Seine ve Marne nehirlerinden sonra her biri bir yazı konusu olacak kadar ilginç ve güzel Rhein ve Main nehirleriyle insan aklı ve elinin en büyük eserlerinden biri olduğunu düşündüğümüz, Main Nehri’ni Tuna’ya bağlayarak Avrupa kıtasını batıdan doğuya nehir taşımacılığına açan ve su ticaretinde devrim yaratan Main-Donau Kanalını ve Osmanlı’nın damgasını vurduğu muhteşem Tuna Nehri’ni de geride bıraktık. Kimi zaman neredeyse karşılıklı iki tekne geçemeyecek kadar daracık kanallardan, kimi zaman da İstanbul Boğazı’ndan da geniş nehirlerden ve toplam 10 ülkeden geçtik. Toplam 224 tane irtifa havuzunda yükseldik, 3 tünelden geçtik, 4450 km yol katettik. Her nehir birbirinden farklı, hepsi birbirinden güzeldi ama mavi okyanus bizi çağırıyordu, nehirler insanın içine işleyen, daima geri dönmek isteyeceği bambaşka bir dünya olarak rüyalarımızı süslemeye devam edecekti.
Comments

About & Links