Karayiplerdeki ilk adalarimiz
31 January 2013 | Saint Marteen-Anguilla
Nadire, güneşli gunler
Karayiplerdeki ilk adamız St. Marteen biraz turistik, ama eğlenceli ve çok güzeldi. Bu adada yarı tatlı sulu kocaman bir lagün var, adayı Hollanda ve Fransa taraflarına ayıran sınır lagünü de ikiye bölüyor, lagünün bir kısmı Holanda'ya, diğer kısmı Fransa'ya ait. Her iki tarafın da günün belirli saatlerinde açılan köprüsü var, Hollanda tarafından girince hem köprüye hem de lagünde kalmak için tekne boyuna göre para ödeniyor, Fransa tarafında bedava. Biz geldiğimiz gün Hollanda tarafındaki köprüden lagüne girmek istedik. Gümrük memuresi hanım 'Bizim adaya vize almamışsınız, burdan giremezsiniz' diye tutturmaz mı? 'Yapma, etme, bak okyanus geçtik, günlerdir yoldayız, bu gece şuraya demir atalım, yarın Fransız tarafına gideriz.' dedim ama dinlemez. Neyse uzun muhabbetlerden sonra hanımın Cumartesi günü çalışmak zorunda olduğu için sinirli olduğu, zenci olduğu için de ukala turist beyazlara gıcık olduğu anlaşıldı, 'Burdan Amerika'ya evlatlarımıza gidecektik.' diye ağlaşınca 'Amerika vizeniz varsa sorun yok, girebilirsiniz' dedi de rahatladık. O sevinçle tekneye dönüp Türk kahvemizi içene kadar köprü açılıverdi, biz apar topar demir alıp kanala girene dek de üstümüze kapandı, dışarda kalıverdik. Bu sayede Karayiplerdeki ilk gecemizi Simpson Bay'de demirde iki başımıza şampanya içip öğlen yakaladığımız wahoo balığımızı yiyerek kutladık. Ertesi sabah köprüden geçip Simpson Bay Marina'ya bağlanırken Cruising World dergisi yazarlarından, bütün ömrünü denizde yaşamış dostumuz Fatty Goodlander'ın arkadaşları Shai ve Lorraine gelip halatlarımızı aldılar. Shai Talmi aslen İsrailli, İsrail ordusunda 6 yıl bilgisayar ve iletişim uzmanı olarak çalışmış, sonra Amerika'ya yerleşip New York'lu muhasebeci Lorraine ile evlenmiş, bizim yaşımızdalar, on yıl önce her şeylerini satıp savıp Gordita adında Fransız yapımı bir Waiquez Amphitrite 43 marka keç alıp denize çıkmışlar, birkaç yıl gezdikten sonra da gelip St. Marteen'de yerleşmişler. Shai The Wired Sailor diye bir şirket kurmuş, megayatlara televizyon sistemleri, uydu internet, bilgisayar sistemleri kuruyor, sezondayken başını kaşıyacak vakti yok. Bize akşam yemeğine gediklerinde Shai karnını doyurup kahvesini içince uyuklamaya başlıyordu. Lorraine de bir muhasebe ve danışmanlık şirketi kurmuş, o da çok çalışıyor, ofisleri marina ofisinin hemen yanında, evleri, yani Gordita ise ofisin önündeki iskelede bağlı. Bize kol kanat gerdiler, çok güzel ahbablık ettik, adayla ve Karayiplerle ilgili çok şey öğrendik onlardan.
Marina'ya bağlandığımız ilk gün havuzlukta Lorraine'le sohbet ederken karşı pontondaki Song adlı klasik Amerikan yelkenlisinden yaşlıca bir çift kucaklarında beş yaşlarında çok şirin ama hasta görünümlü bir oğlan çocuğuyla çıkıp biraz telaşla bizim arkadaşlara oğlanın hasta olduğunu, hangi hastaneye gidebileceklerini sordular. Böylece Collie Karayiplerdeki ilk hastamız oldu, onu hemen teknesine geri taşıdık, tatlı tatlı muhabbet edip kakao pişirdik, içinde erittiğimiz parolü içince Collie de, anneannesi Anne de rahatladılar, daha sonra Anne ve Michael ile çok iyi dost olduk, teknesiyle Amerika'dan Türkiye'ye kadar gelmiş, Marmaris'te iki yıl geçirmiş, Türk sahillerini çok seven Michael bize Karayiplerden Amerika'nın doğu sahiline nasıl çıkabileceğimizi kendi maceralarını da katarak anlattı.
St. Marteen'deki ilk haftamızda Selim'in Amerika'da eğitimde olduğu yıllardan tanıştığı ve daha sonra yakın dostumuz olan Dr. Richard Davidson ve ailesi de tatile gelmişlerdi. Adadaki ikinci günümüzde Atlantik'teki son gün tuttuğumuz on kiloluk dorado'yu alıp Davidson'ların kaldığı eve ziyarete gittik, Richard ve çocuklarının da yardımıyla nefis bir balık çorbası ve buğulama yaparak Atlantik geçişimizin şerefine kadeh kaldırdık. Tuna nehrinde bizimle Keyif'te bir hafta geçiren Richard ve eşi Niza teknemizin direkli halini çok daha fazla sevip beğendiler. Bir akşam da Shai ve Lorraine bizi bütün Karayip'lerin en büyük deniz malzemecisi olan Budget Marine'in sahibi Robbie Ferrel ve eşi Carrie'yle beraber yemeğe götürdüler. Robbie Ferrel çok enteresan bir insan, 1970'lerde Güney Afrika'da apartheid karşıtı faaliyetlerinden dolayı istenmeyen adam ilan edilince bir yelkenliye atlayıp Karayip'lere gelmiş, çeşitli adaları gezip kendi de Hollandaca konuştuğundan St. Marteen'e yerleşmiş, yine bizim sıkı denizci yazar ahbab Fatty Goodlander'ın da yardımlarıyla bu işi kurmuş. Eşi de Antigua'lı, kayınpederi Karayiplerin ilk charter şirketini kuran adammış. Robbie Türkiye'yle çok ilgilendi, Selim de ona bütün gece Ortadoğu tarihi ve Türkiye'yi anlattı, sohbet öyle koyulaştı ki hayatında adadaki meşhur Caroussel dondurmacısına hiç gitmemiş, gitmeyi de reddeden Robbie ilk defa bizimle beraber Caroussel dondurmacısına bile geldi.
Saint Marteen'de ilk iki haftamız göz açıp kapayıncaya kadar geçti gitti, araba kiralayıp iki gün adayı gezdik, çıplaklar plajı diye nam salmış Orient Beach'e kadar gittik. Botumuza atlayıp lagünün içindeki malzemeciler Budget Marine ve Island Water World'den eksiklerimizi tamamladık. Sabahları kumsala çıkıp koşuyor, kahvaltıdan sonra ufak tefek tekne işlerini bitirip, öğleden sonra şişme kanomuzla Simpson Bay kumsalına gidip uzun yüzüyorduk. Bir gün St. Marteen ilkokulunun beden eğitimi dersine denk gelmişiz, çocuklar sahilin dibindeki okul binasından başlarında öğretmenleri kumsala fırladılar. Kimi mayolu, kimi üniformalarıyla suya daldılar, balık gibi yüzüyorlardı. Anladık ki buralarda beden eğitimi dersi böyle denizde geçiyormuş. Birkaç tanesi bizim kanoya tutundu, 'Haydi sizi kaçıralım, kanoyla Saba adasına gidelim.' dedik. Tam o sırada öğretmenleri çağırdı da çocuklar elimizden kurtuldular. Bu zenci çocuklar o kadar şirinler ki bir gün elimizden bir kaza çıkacak, bir oğlan bir de kız kaçıracağız tekneye diye korkuyoruz.
Deniz ve rüzgar çok müsait olmasına rağmen tamir ve bakım işlerimizin yoğunluğundan tekneyi ondört gün kaldığımız marinadan sadece bir tek gün çıkarabildik, lagünün içinden Fransız tarafına geçtik, Sandy Ground köprüsünden çıkıp Grand Case koyuna demir attık, deniz kaplumbağalarıyla yüzdük, hava kararırken lagüne geri döndük. Deniz suyundan tatlı su yapan mucize aletimizi uzunca bir süre kullanmayacağımız için korumaya almak amacıyla asitli sıvıyla filtrelerini yıkadık, buzdolaplarını boşalttık. Aralık sonunda tekneyi marinada bırakıp Shai ve Lorraine'e emanet ederek Istanbul'a geldik. İstanbul gezimiz çok koşuşturmacalı ama zevkli geçti, şehrimizi özlemişiz. On gün sonra İstanbul'dan ve dostlardan ayrılıp Amerika'ya çocukların yanına gittik. Beş gün içinde iki bin km araba kullanıp Allaha şükür üç evladın da dertlerini hallettik, birinin evini taşıdık, diğerinin okul toplantısına katıldık, üniversite hazırlıklarını başlattık, oğlanın arabasını tamir ettirdik, evinin eksiklerini giderdik, 15 ocak akşamı hep beraber küçük kızın onsekiz yaş doğum gününü kutlayıp, onları kar altında bıraktık ve 16 Ocak'ta tekrar St. Marteen adasındaki teknemize vasıl olduk. Bir gün dinlenip tekneyi topladık, canı çıkmış emektar valizlerimizi marina çalışanlarına hediye edip tekneye sığdırmaktan kurtulduk, yakındaki büyük süpermarketten nevalemizi aldık, hatta tekneyi baş kıç edip baştaki navigasyon ışıklarımızı söküp yenilerini taktık, mazot - su - benzin depolarımızı doldurup arkadaşlarımız Shai ve Lorraine'le de helalleştikten sonra lagünün içinden Fransız tarafındaki köprüye doğru yol verdik. Amma velakin, teknemizi biraz ağırlaşmış ! bulduk. St. Marteen'de yarı tatlı, durgun ve ılık sulu lagünün içinde bir ay durunca kekamozlar onuncu ayını dolduran zehirli boyayı hiç tanımamış, her tarafı istila etmişler. Önce durumun ciddiyetinin farkında olmadığımız için Fransız tarafının başşehri Marigot'nun önüne demir attık, namuslu yelkenciler olarak gidip Hollanda tarafından çıktığımızı, Fransız tarafına girmek istediğimizi deklare edince bir de Fransız tarafına giriş parası ödedik, ama içimiz rahat etti. Ertesi gün yakındaki Grand Case koyuna gitmek üzere demir alıp da 27 knot esen rüzgarda bizim normalde 7-8 knot giden hızlı kızımız 2,5 knot giderim, daha fazla kıpırdamam diyince, dümen de çevrilmez olunca Selim 'herhalde ya dümeni ya pervaneye bir şey takıldı herhalde, kekamoz bu kadar da yavaşlatmaz' deyip dibe daldı ki, altımız olmuş Babil'in asma bahçeleri, pervane bir top, hareketli salma neredeyse inmeyecek. Grand Case'da demir atınca elde spatüller iki gün alt temizliği yaptık. Evsiz bıraktığımız onbinlerce böcek maskenin şnorkelin kapatmadığı her yerimize, saçlarımıza, kulakarımıza doldular. Indiana Jones filmlerindeki gibi böcek adamlara dönüştük. Kofana büyüklüğündeki balıklar da biz temizlik yaparken ortalığa saçılan böcekleri hemen temizlediler. Kekamozlarla beraber zehirliyi de biraz kazıdığımız için de huzursuz olduk, yeniden dibimize yerleşmesinler diye her gün yüzerken teknenin altını inceliyoruz. Bu sıralarda karaya çıkıp zehirli yenilemek işimize gelmiyor.
St. Marteen'de Fransız kısmındaki Grand Case koyunda Salı geceleri karnaval gibi bir sokak eğlencesi düzenleniyor. Biz de Salı gecesi botla karaya çıktık, Shai ve Lorraine de arabayla geldiler, karnaval kıyafetleri giymiş fıstık gibi kızlar arasında dansettik, sokak yemeklerinden yedik. Yol kenarlarında çalan orkestra şaşılacak kadar iyiydi. Gece onbire doğru tekneye döndükten sonra da sabaha kadar karadan gelen müziği dinledik.
Ertesi gün elveda St. Marteen diyerek 17 mil mesafedeki Anguilla adasının Road Harbour koyunda 3,5 metre kuma demirledik. Anguilla turistik ve kalabalık St. Marteen'e mesafe olarak çok yakın ama çok farklıydı. Sakin, mazbut, doğası harika, nefis kumsalları olan, insanları çok canayakın bir ada. Burası St. Kitts ve Nevis'le beraber İngiltere'ye bağlıymış, ama İngiltere buralara para yatırmak istemediğinden, 1970lerde bu üç adaya 'Haydi gözünüz aydın, bağımsız oldunuz, Anguilla'yı da St. Kitts'e bağladık.' diyerek bu adalardan kurtulmak isteyince kızılca kıyamet kopmuş, Anguilla halkı 'Biz bağımsızlık istemiyoruz, bizi St. Kitts'liler yönetemez, ancak İngiltere kraliçesine boyun eğeriz.' diye isyan edip ellerine geçirdikleri silahlarla polis karakolunu basmışlar. St. Kitts'li polisler canlarından bezmiş, adadan kaçmışlar. Bu sefer de Anguilla'lıları almış bir düşünce, Yahu bunlar şimdi bizi istila ederler, iyisi mi biz baskın çıkalım, biz onları istila edelim.' diyip iki tane Amerikalı paralı asker kiralamışlar, sandallara atlayıp 70 mil ötedeki St. Kitts'i istilaya gitmişler. Orada da epeyce bir arbede çıkınca St. Kitts'liler İngiltere'ye 'Alın bu delileri başımızdan.' diye yalvarmış, Anguilla'lılar muratlarına ermiş, bağımsızlıktan kurtulmuşlar, yine İngiliz tebası sayılmaya başlamışlar. Vize alayım diye beni şehre götüren taksi şöförü 'Ne zorumuz var, bağımsız olacağız da ne olacak, şimdi ne güzel İngiliz ve Avrupa birliği vatandaşıyız, senin gibi vize derdimiz yok. Üstelik İngiltere bize bir sürü de para veriyor, yol, su elektrik getirdi adaya, daha ne isteriz.' diyip gülüyordu. Adama hak verdim doğrusu.
Adaların büyük çoğunluğu zenci ve aslında adalı zenciler teknesiyle gelenleri de, diğer turistleri de pek sevmiyorlar, sadece lütfedip katlanıyorlar. Bazen çaktırarak, bazen de çaktırmadan ellerinden gelen çeşitli eziyetleri de ardlarına koymuyorlar. St. Marteen'e ilk geldiğimizde bize de hainlik edip geldiğimizi göre göre köprüyü üzerimize kapatmış, sonra da 'Köprüyü zamanında geçemeyen salaklar siz miydiniz?' diye alay etmişlerdi. Ama sonra işler değişti. Nihayetinde biz buralara gelen standart batılı ve Amerikalı beyaz turistlere ve 'yatçı'lara benzemiyoruz. Hem rengimiz epeyce kara, hem tipimiz biraz Hintliye benziyor, hem de dilimiz bir tuhaf. Biz de farklılığımızı vurgulamak için elimizden geleni yapıyoruz. Oda Boro'nun hediyesi, İstanbul'daki evinde ziyarete gittiğimizde başından çıkarıp verdiği bandanayı başımdan hiç çıkarmıyorum, çok şirin oluyor, rengarenk. Renkli çiçekli elbiselerimi, Hindistan çarıklarımı da giyince beni o sevmedikleri beyazlara benzetemiyorlar, başlıyorum Türkiye muhabbetine, hemen dost oluveriyoruz. Önce pasaporta 'Oooo Türk müsün, vizen var mı' diye bakmaya başlayanlar birden 'Hallederiz merak etme' diyorlar. Gittiğimiz gün işlem yaptırırken zenci memureyle oğullarımızın aynı yaşta olduğu ve ikisinin de Amerika'da okuduğu ortaya çıktı, hanımla neredeyse kardeş olduk. Ertesi gün bizim koydaki diğer teknelerin sahipleri ondan azarı işitmişler, gümrük binasının önünde içeri giremeden bekleşiyorlardı. Ben gelirken memure 'Hoşgeldin Nadire' diye kapıyı açıverince, dışarda bekleşenler 'Aman bizim işi ne zaman halledecek bir öğrenir misin.' diye benden rica etmeye başladılar. Uzun lafın kısası, bizim pasaporta vize lazım olsa da farketmiyor, bizler gibi 'gariban' ülkelerin halkları yine dayanışıyor, beyaz adamdan kazığı yiyenler birbirlerini koruyup kolluyorlar. (Yine de Anguilla'da vize için 140 dolar ödeyince epeyce bozulduk. Bundan sonra daha dikkatli olmaya ve bu tür formalitelerde bizden en az para isteyecek adalara gitmeye karar verdik.)
Anguilla'nın demirde kalınabilecek sadece iki tane koyu var, diğer koylarında gecelemeye izin yok, demir atmak ise paralı. Bizim demirlediğimiz Road Harbor koyunda adanın tek yük iskelesi var, ayrıca bütün adanın en güzel kumsallı da burası. Çevremizde farklı milletlerden on onbeş tane tekne ve tek tük balıkçı teknesi vardı. Hemen arkamızdaki yük iskelesine her gece mavnalar ve küçük arabalı vapurlar yük getiriyordu. Kıyımızda yumuşak ince kumlu çok güzel bir kumsal, arkasında biraz salaş 3-4 tane bar ve lokanta geceleri güzel müzik çalıyorlar, bazen danslar da ediliyordu. Köy hindistan cevizi ağaçları ve yeşillikler arasında azı bakımlı, çoğu orta halli 10-15 tane ev, insancıl sokak köpekleri, civcivler, tavuklar, her sabah öten horozlarla bize Paşalimanı'nı hatırlattı. Sahildeki tek bakkalın stokları yoka yakın, ihtiyar, sıska bir zenci teyze 'Ne lazımsa yazın, akşama oğlum şehirden gelirken getirir' diye yardımcı oluyordu. Biz de epeydir hasretini çektiğimiz ve kabak kalye, patlıcan musakka gibi dünya nimetlerini yoğurtsuz yutamadığımız için yoğurt istedik, sade olsun diye de yazdırdık, ama maalesef bu insancıklar sade yoğurt bilmediklerinden çilekli, muzlu, hindistan cevizli bir sürü yoğurdumuz oldu. Selim füzyon mutfağı yapalım, musakkayı çilekli yoğurtla yiyelim diyince Atlantik'te bulanmayan midemin kusacağı geldi.
Anguilla'da hava sıcak, ama bunaltmıyor, hemen her gün 3-5 dakika yağmur yağıp, açıyordu. Bir gün akşamüstü başladı, bütün gece şarıl şarıl yağdı. Tentemizle su toplama düzeneğini önceden kurmadığımıza pişman olduk. Liman çok korunaklı, ölü dalga çok hafif, bazen o bile hissedilmiyor, rüzgar daima aynı yönden, hemen hiç drise etmeden 15 knot civarında esiyor, bazı günler 20-25 knotu buluyor, deniz bizim bu civarda hiç kabarmıyordu. Rüzgar jeneratörümüz ve güneş panelleri buzdolabını ve kamara ışıklarını iyi besledi, motoru şarj amacıyla hiç çalıştırmak zorunda kalmadık.
Sahildeki salaş kafelerden biri olan Roy's Beachside Grill'de birer bira içip internetlerini kullanmıştık, meğerse internetleri şifresizmiş, üstelik hemen önüne demir attığımız için de mükemmel çekiyor. Sabah 9'da açıp akşam 10'da kapıyorlar, biz de her gün onların internetinden dünyaya bağlandık, bütün hafta skype'tan herkesle telefonla konuştuk, emaillerimizi yazdık, işlerimizi hallettik.
Pazar günü sahilde bizdeki devlet dairelerine benzeyen küçük gümrük ve polis binasının önünde Anguilla polisi güçlendirme derneğinin yıllık pikniği vardı, zenciler çoluk çocuk geldiler, akşama kadar müzik çalıp dansettiler, yüzdüler, büyük mangallarda tavuklar kaburgalar pişti, polisin ileri gelenleri sırayla mikrofonu alıp uzun uzun Anguilla'lı hemşerilerim nevinden nutuklar attılar, biz de polislerin şipşirin zenci çocuklarıyla bir olduk, kumdan kaleler yapıp yüzüp eğlendik.
Selim'in doğum gününde kocaman mehtaplı, ılık, hafif esintili, muhteşem bir gecede, bembeyaz, incecik kumlu, arkası palmiyelerle süslü kumsalda yürüdük, sonra havuzlukta kurufasulye pilav kaşıkladık, kucak kucağa Türk kahvelerimizi höpürdetirken mehtabın çekimine dayanamadık, bota atlayıp kumsala çıktık, sahildeki salaş barın müzikleriyle iyice dansettik, ayaklarımızı Karayip denizinde yıkadık. Aklımız buralara yelken açmak hayallerini kurmamızı sağlayan, yıllarca önce çok zor koşullarda buralara gelmeyi beceren ve yazdıklarıyla içimize deniz sevgisi, uzak ufuklara yelken açma arzusu işleyen Sadun- Oda Boro çiftinde, mehtapta ne yapıyorlardır diye düşünerek tekneye dönüp klavyeye sarıldık, onlara uzun mektup yazdık.
Aslında sevgili arkadaşlarımız Yaprak ve Dr. Göksel Gülcan çocuklarının sömestre tatilinden istifade ederek İzmir'den St. Marteen'e gelip bizimle bir hafta geçireceklerdi. Son dakikada kızları hastalanıp hastaneye kaldırılınca planları iptal oldu, Göksel'le defalarca telefonlaşıp kızlarının iyileştiğini öğrenene kadar bizim de içimiz rahat etmedi. Gelemediklerine üzüldüysek de her işte bir hayır vardır, daha güzel bir yerine gelirler gezimizin diye düşünüp kızlarının iyileştiğine sevindik. Onlar gelmeyince bizim de bir daha demir kaldırıp St. Marteen'e dönmemize gerek kalmadı, Anguilla'da yayıldık, Selim dikiş makinesini çıkarıp koltuklarımıza güzel örtüler dikti, yine sahilde koştuk, yüzdük, şişme kanomuzla uzun uzun gezdik. Anguilla'da bir hafta çok çabuk geçiverdi.