sy/istanbul

13 March 2014
17 February 2014
10 February 2014
17 December 2013 | Las Palmas/Gran Canaria
25 November 2013 | Fuerteventura-Gran Tarajal
21 November 2013
07 November 2013 | Lanzarote
04 November 2013 | Lanzarote
28 October 2013 | Lanzarote
12 September 2013 | rabat
02 September 2013 | Cebel-i Tarık
08 August 2013 | Ibiza
01 August 2013 | Sardegna
15 July 2013 | Palermo
05 July 2013 | Trizonia
03 July 2013 | Trizonia
10 June 2013 | palamutbükü
31 May 2013 | marmaris
05 May 2013 | marmaris

TURISTIK GEZILER

21 November 2013

Rabat'ın altını üstüne getirdikten sonra, deniz yoluyla daha önceden uğradığımız, fakat karaya çıkıp etrafı görme şansımızın olmadığı Tanca'ya araba kiralayıp gidelim diyoruz.

Tanca Fas'ın kuzeyinde, Akdeniz ile Atlas Okyanusunun birbirine karıştığı, Cebelitarık Boğazı'nın güney yakasında yer alıyor.
Medina'nın (eski şehir) hemen bitiminde daracık sokakların aksine, bulvarları, mağazaları ve beton bir perde şeklinde sahile paralel uzanan modern binalarıyla (!) Tanca'nın yeni yüzü başlıyor.

Biz yine klasik Medinacıyız ama öncesinde temizce görünen bir yerde yemek yiyelim diyoruz. Siparişlerimizi veriyoruz, sokak satıcıları sıklıkla ziyaret ediyorlar masamızı. Hediyelik eşyalar, incik-boncuk, yelpaze, gözlük, saat.. biri gidiyor, biri geliyor.
Kısa boylu, kavruk, bıyıklı bir adam geliyor, eli-kolu boş, hatta elleri cebinde, mırıl mırıl bir şeyler söylüyor, "pardon" diyoruz "anlamadık" adam yineliyor, ben (kesin gözlerim büyümüştür) "neeeeee" diyorum, adam ise elleriyle aşağıya yavaş yavaş bir şey bastırırmış gibi yaparak "tranquil, tranquil" diyor. Nasıl yani, gel de tranquil, adam açık açık bize esrar satmak istiyor. Net bir dille istemediğimizi söyleyince de, ters ters bakarak uzaklaşıyor masamızdan, aynı adamı şehir turumuzu yaparken bir kaç kez daha görüyoruz.
Okuduklarımızdan ve Belçika'lı komşumuz Adem'in anlattıklarından çok iyi biliyoruz ki, uyuşturucu ticaretinden elde edilen gelir ülkenin kuzeyinde ki şehirlerin, özellikle de Tanca'nın ekonomisinin yarısına yakını oluşturuyor.
Ayrıca uyuşturucuyu satmak ve içmek serbest ama almak yasak (!) alırken yakalanırsanız hapis cezası alıyorsunuz. Alkol kullanımının yasak olduğu ülkede kafalar duman sayesinde güzelleşiyor.

Tanca'yı Rabat'a oranla daha turistik buluyoruz. Atlas Okyanusu manzaralı Kasbah'ı gördükten sonra yeniden Medina'ya gitmek için etrafımıza bakınıp hangi yoldan gidelim diye kendi aramızda konuşurken, bir adam Arap aksanlı ingilizcesiyle nereden geldiğimizi soruyor, Türk olduğumuzu duyan adam abartılı bir sevecenlikle "kardeş" olduğumuzu söylüyor, tebessüm edip iyi günler diliyoruz ama adamın peşimizi bırakmaya niyeti yok, para isteyecek heralde diyoruz, sonra adam bize Medina yolunu mu aradığımızı soruyor, evet diyoruz, işte şu sokağı takip ederseniz Medina'ya çıkarsınız diyor, bende Ender'e girmeyelim o sokağa gözüm tutmadı bu adamı diyorum ama nafile Ender adamın gösterdiği sokağa sapıyor, benim de eteklerim tutuşuyor, ben gelmem diyorum, bu arada adam da peşimizde tabi. Ben gelmem sen git diyorum Ender'e, sakin ol şurada bekleyelim bakalım diyor ve bir dükkanın önünde duruyoruz adam bizi geçsin gitsin diye oyalanıyoruz, bizi geçip az ilerimizde adam da duruyor sanki bizi bekler gibi, başka bir dükkanın önünde bizi göz ucuyla takip eden biri duruyor, yanına gidip ona soruyorum Medina yolunu, bize kardeş olduğumuzu söyleyen, peşimizi bırakmayan adamın bizi soktuğu sokağın tam aksi istikametini gösteriyor, yaaa gördün mü işte adam belki de bizi soyacaktı, kesecekti, Allah bilir ne yapacaktı bakışlarıyla Ender'e bakıyorum, gerisin geri çıkıyoruz sokaktan.

Medina'yı buluyoruz bulmasına ama benim tadım kaçıyor, dönelim istiyorum teknemize, bu kadar macara yeter bana derken başka bir adam geliyor Arap aksanlı İngilizcesiyle İtalyan mısınız diyor, bende gayet Türkçe "yok kardeşim yok, hadi hayırlı işler, bulaşma bize git yoluna" diyorum, şaka gibi resmen "gördüklerimiz yüzünden gördüklerimizin tadını çıkaramıyoruz"..

Arabayı park ettiğimiz yere doğru giderken başka bir "mal" satıcısı daha geliyor yanımıza, adamı görmemezlikten gelerek hiç muhattap olmuyoruz. Yaklaşık 200 km.'lik yolu tersine yapıp evimize, güvenli yuvamıza dönüyoruz.

Tanca yolundan biraz daha uzun olan Marakeş gezimiz için sabah çok erken kahvaltı etmeden çıkıyoruz, yolda bir şeyler atıştırırız diye düşünüyoruz. Biraz yol aldıktan sonra dış görüntüdünden temizmiş hissi uyandıran bir yerde duruyoruz. Bugünlük kahvaltı masamızı şenlendiren lezzet "Harira" oluyor. Ezo Gelin çorbasının nohutlu, yeşil mercimekli, tel şehriyeli Fas versiyonu diyebiliriz. Her nekadar hazır çorba tüketmesek de, sonradan alış-veriş yaptığımız marketin hazır çorba reyonunda Harira'ları görünce kutu kutu almayı da ihmal etmiyoruz doğrusu.

Marakeş'e dair gerçekten büyük umutlar besliyorum, yıllardır merak ettiğim şehirde bulunmak benim açımdan heyecan verici. Daha şehrin girişinde Marakeş'e neden "Kızıl Şehir" dediklerini anlayabiliyorsunuz. Şehir adeta "kızıl kum taşı"ndan mamul.
Evet işte bu, keyfim gayet yerinde merakla seyrediyorum şehri. Arabayı park edip kalabalığın arasına karışıyoruz.

Marakeş'in kalbi "Djeema el Fna" meydanına giderken, 12. yüzyılda yapılan, hala kullanımda olan, 77 metre kare kesit minaresiyle "Koutoubiya Camii" karşılıyor bizi. Camii gerçekten görsel bir şölen. Ara ara dönüp arkama bakıyorum, bu minare gerçek mi diye..

Djema el Fna meydanını biraz tarif edecek olursam; ilk etapta insanı şaşırtan, kıpır kıpır hareketli, rengarenk, hatta "Allahım neredeyim ben" dedirten, paralize olmuş ve zaman içinde kaybolmuş turistleriyle "kargaşa meydanı" da diyebiliriz.

Yayalar, bisikletler, faytonlar ve motorsikletler içiçe meydanın temel taşlarını oluşturuyor. Yılan ve maymun oynatıcıları, geleneksel kıyafetler içerisinde su satıcıları, seyyar satıcılar, kına (henna) dövmeleri yapan kadınlar, falcılar, akrobatlar, dansçılar, müzisyenler..
Kısacası her an bizi hayrete düşürerek, film stüdyolarından fırlamış olduğunu düşündüğümüz başka türlü bir aksiyonun içindeyiz. Nereye bakacağımızı bilmez, elimizde fotoğraf makinelerimizle, her turist gibi basıyoruz sürekli denklanşöre ama biliyoruz da, fotoğraflar karşılığında para almak için rahatsız edileceğimizi.

Gelelim Marakeş Medina'ya, şimdiye kadar gördüklerimizin hem en büyüğü, hem en karmaşığı. Daracık, labirent misali sokaklarda yolunuzu kaybetmeden Medina'dan çıkmanızın imkanı yok. Baharatçılar, kuyumcular, bakırcılar, kumaşçılar, halıcılar, dericiler yine yok yok. Yorgunluktan ve açlıktan ölmek üzereyken, çölde vaha misali, büfe irisi Tajinciyi buluyoruz. Siperişimiz yine yanlış geliyor ama ne önemi var ki, karnımız doysun yeter diyoruz.

Aslında seyyar satıcıların sattığı yiyecekler çok daha çeşitli, haşlanmış sümüklü böcekten, ızgara köfteye, yağda kızartılmış balık, deniz mahsülleri yada sebzelerden, krep ve gözlemecilere hatta seyyar hariracıları bile görmek mümkün, tabii bu saydıklarımı yemek için "mangal gibi bir yürek" de lazım..

Yeniden dar sokaklarda, dükkanların arasındayız, bir yandan da Medina'nın dışına çıkmaya çalışıyoruz. Yolumuzu bulduktan sonra, hem nane çaylarımızı içmek hem Djema el Fna meydanını yukarıdan fotoğraflamak için terası olan bir cafeye gidiyoruz. Yeri gelmişken belirtmek isterim ki, Fas'ın geleneksel nane çayı aslında nane çayı değil. Yeşil çayı, nane ile birlikte demliyorlar sonra içine şekerini koyup dinlendiriyorlar, ardından servis edileceği zaman bardağın içine nane dalları koyarak, üstten köpürte köpürte bardağa koyuyorlar. Fas'ta yeşil çay ne alaka desek de, Adem'in eşi Sana'dan ve marina ofiste çalışan Hannan'dan çayın bu şekilde demlendiğini öğreniyoruz. Biz de teknede bir kaç denemeden sonra başarıya ulaşıyoruz. Son olarak; çay içtiğiniz yere dikkat etmelisiniz zira bir çok yerde nane yıkanmadığından, ağzınızda çatır çıtır kum tanecikleriyle yüzünüz beş karış masadan kalkabilirsiniz.

Kızıl Şehirle vedalaşıp evin yolunu tutuyoruz.

Yaklaşık üç haftadır buralardayız ve ben gözbebeklerime kadar Fas oldum diye düşünürken, bir takım işler için Türkiye'ye gitmemiz gerektiğinin haberini alıyoruz. Önce Ender Türkiye'ye yalnız gitmeyi düşünüyorsa da sonradan birlikte gitmeye karar veriyoruz. Hemen listeler yapılıyor; tekneden İstanbul'a götürüleceklerin, özlediğimiz lezzetlerin, alınacakların, erimeye başlayan stokların, eksiklerin, İstanbul'da yapılacak işlerin, zaman bulursak gezip-görmeyi özlediğimiz yerlerin, kısacası sağımız solumuz liste..

10 güncük yetmiyor tabi bize, hiç hesapta olmayan Türkiye durağı ikimize de iyi geliyor, artık kısıtlı zamana ne sığdırabildiysek. Zamana sığdırabildiklerimizi bilmem ama seyehat çantalarımıza (nasıl taşıdığımızı hatırlamak dahi istemiyorum) yaklaşık 75 kilogramı sığdırarak dönüyoruz Rabat'a. Bu ağırlığın sadece 15 kilogramı çay, bizim halis muhlis Rize çayı :)) İstanbul'da tamir ettirdiğimiz 2 adet inverter (12 voltu 220 volta dönüştüren cihaz), kilolarca çeşit çeşit kuruyemişler, ayçekirdeği (Ankara'dan), anneciğimin yaptığı paket paket Kayseri Mantıları, Ender'in balıkçılık malzemeleri yükümüzün asıl nedenleri.

Tekneyi neta edip, gerekli ikmalleri yapıp hemen yola çıkalım diyoruz. Başka bir Fas limanına uğramadan, ülke çıkışımızı yapıp doğrudan Kanarya Adalarının en kuzeyde olanı Lanzarote'ye 4 gün de gitmeyi planlıyoruz.

Yine uyku kaçmaları, yine belli belirsiz bir huzursuzluk, yine heyecan..


Buket








Comments
Vessel Name: istanbul
Vessel Make/Model: van de stadt/norman 40
Hailing Port: istanbul
Crew: buket&ender yüce
About: hayat kısa, kuşlar uçuyor..

istanbul

Who: buket&ender yüce
Port: istanbul