sy/istanbul

13 March 2014
17 February 2014
10 February 2014
17 December 2013 | Las Palmas/Gran Canaria
25 November 2013 | Fuerteventura-Gran Tarajal
21 November 2013
07 November 2013 | Lanzarote
04 November 2013 | Lanzarote
28 October 2013 | Lanzarote
12 September 2013 | rabat
02 September 2013 | Cebel-i Tarık
08 August 2013 | Ibiza
01 August 2013 | Sardegna
15 July 2013 | Palermo
05 July 2013 | Trizonia
03 July 2013 | Trizonia
10 June 2013 | palamutbükü
31 May 2013 | marmaris
05 May 2013 | marmaris

BIR ADAM, BIR ADA-M-

17 December 2013 | Las Palmas/Gran Canaria
İlk uzun süreli okyanus deneyimimizden sonra geldiğimiz Lanzarote'de 1 ay kalmayı planlıyoruz. Ender daha önceden tekne işlerini Lanzarote ve Las Palmas/Gran Canaria olarak grupladığından, burada geçireceğimiz süre hem yapılacak işlerimiz hemde adayı tanımamız için yeterli olacak.

Kanarya Adaları;
Tenerife, Fuerteventura, Gran Canaria, Lanzarote, La Palma, Gomera ve Hierro olmak üzere tamamı volkanik 7 ada ve adaların etrafındaki 6 adacıktan oluşuyor. Bu adalar, İspanya'ya bağlı ve "Kanarya Adaları Özerk Topluluğu" olarak kabul edilmişler.
Kanarya Adaları'nın başkentliğini, iki şehir 4 yılda bir dönüşümlü olarak yapıyor. Bu şehirler, Santa Cruz (Tenerife Adası) ve Las Palmas (Gran Canaria Adası). Bizim şu an bulunduğumuz ada Lanzarote ise takımadaların büyüklülük olarak dördüncüsü ve en kuzeyde olanıdır.

Puerto Calero Marina, bir arazi geliştirme projesi ve bugüne kadar gördüklerimizin en değişiği. Sanırım sebebi adanın volkanik olması.
Adanın turistik olmayan, yerel halkın yaşadığı yerleri de dahil olmak üzere, mimarisi ve peyzajı belli bir stilde tasarlanmış. Bahçeler, parklar, dönel kavşaklar, yol kenarları, refüjler kısacası toprak olması gereken her yer adanın stilini yansıtan lava kaplı, yani volkanik kaya, yani volkanik çakıl, yani volkanik kum kaplı. Yolların tamamı asfalt, bahçe duvarları, istinat duvarları ve duvar teşkil edecek yerler de lava'dan mamul olunca, ortaya siyah simsiyah bir görüntü çıkıyor. Daha önce gördüğümüz diğer volkanik bölgelere de hiç benzemiyor burası.

Adayı etkileyici ve çarpıcı olarak tanımlayabiliriz. Bu tanımların mimarı ise bir ada"m" yani Cesar Manrique.
Peki kimdir Cesar Manrique?
Mimar, heykeltıraş, ressam, ekolojist, peyzaj ve şehir planlamacı bir "dahi"den bahsediyoruz. Çok sevdiği adasını bacasız fabrika olan turizm dişlileri arasında kaybetmemek için (fazlasıyla turistik bir adadan bahsediyoruz) bilgisini, enerjisini, zamanını, parasını kısacası herşeyini ortaya koyan, İspanya'da Modern Sanatın öncülerinden olan bir sanatçıdan bahsediyoruz.

Lanzarote'nin merkez şehri Arrecife'de dünyaya gelen Manrique (1919-1992) yıllar sonra elim bir trafik kazasıyla hayata çok sevdiği adasında veda etmiş.
Mimarlık ve resim eğitimi aldıktan sonra Sanat Profesörü olan Manrique, 1964 yılında gittiği New York'tan ada hasreti sebebiyle (sadece 2 yıl dayanabilmiş) başarılı kariyerini ve New York'u ardında bırakarak burnunda tüten adasına geri dönmüş.

Lanzarote'ye döndükten sonra adalılarda farkındalık çalışmalarına başlayan Manrique karayolları ve peyzaj üzerinde reklam panolarının kullanımını yasaklaması için yerel hükümeti ikna etmeyi başarmış. Ayrıca örnek olarak kullanılmak üzere tipik "Lanzarote tarzı" bir ev inşa etmiş ve ada halkını bu evlerden inşa etmeleri için teşvik etmiş. Ada'da özellikle sahil şeridinde İspanyol anakarasının aksine, yüksek binaların adanın genel görüntüsünü bozacağı düşüncesiyle çok katlı otel ve apartman (adada 7 katın üzerinde yapı yapılması hala yasak) yapılmasını engellemiş. Unesco tarafından "Biosphere Reserve" olarak ilan edilmesinin öncülüğünü yapmış (bu konuda ki detaylı bilgi bir sonraki yazıya), ayrıca ada konseyinin mevcut arazi kullanımını ve aşırı düzeyde şehirleşmeyi kontrol etmelerini sağlamış.

Zaman içinde Manrique'nin volkanik lav ile yaşamak arzusu ağır basınca, taşlaşmış mavimsi siyah lav nehirinin ortasında bir vaha hayal etmiş ve Taro de Tahiche'de beş tane lav balonunu birleştirerek, ölümünün ardından "Cesar Manrique Vakfı"na dönüşecek olan evini inşa etmiş.

Manrique'nin sanatsal vizyonu ile adanın dokusu birleşince ortaya şahane eserler çıkmış. Açıkçası bize de bu eserlere hayranlık duymak kalıyor. Lanzarote'de sıkça karşımıza çıkan heykeller ise Manrique'nin adalılara mirası gibi adeta.

Cesar Manrique'siz bir Lanzarote ne kadar Lanzarote olurdu bilemem tabi, ama turistik bir hengamenin başrolde olacağına hiç şüphem yok.

Lanzarote'de gezilecek-görülecek yerler listemizin başında (volkanik bir adada olduğumuz düşünülürse) "Parque Nacional de Timanfaya" geliyor.
Timanfaya adanın batısında yer alıyor ve 51 km² büyüklüğünde. 1974 yılında Milli Park ilan edilmiş ve tarihsel olarak 2 patlama dönemi geçirmiş. Bunlardan ilki (daha uzun ve yoğun olanı) 1730'dan 1736'ya kadar 6 yıl devam etmiş ve yaklaşık 200 km²'lik bir alanı etkilemiş. Patlamalarda akan lav, tüneller, kubbeler, balonlar, volkanik koniler (kraterler) oluşturmuş ve işte tam bu sebepten dolayıdır ki kimileri bu adaya "Ay", kimileri de "Mars" demiş. Son seri patlamalar ise 1824 yılında olmuş ve 3 yeni krater ortaya çıkarmış.
Timanfaya'nın günümüze kadar bozulmadan gelmesinin nedeni doğal evrim sürecinin yavaş işlemesiymiş, bence en büyük etken insan elinden uzak tutulabilmesi.
Bu arazi şeklini maksimum seviyede korumak için Ulusal Park ilan edilmiş, böylece bu alanın %90'ı koruma altına alınmış.

"Montanas del Fuego" yani "Ateş Dağları"nda Magma tabakası yüzeye yakın olduğundan (4-5 km.) yüzey sıcaklığı da oldukça yüksek. 13 metre derinlikte sıcaklık 600 derece, yüzeyde ise 100-200 derece arasında ölçüldüğü olmuş. Burada ki restaurantta (magmanın doğal ısısıyla) ekstra ateşe ihtiyaç duyulmadan ızgara tavuk yapılıyor ki "mangalcılık hareketi engellenemez" dedirtecek türden.
Montanas del Fuego'nun turistik aksiyonu doğal olarak ısıya yönelik, görevliler yerden kum almanızı söylüyorlar ve bir kaç saniye içerisinde kumu yere nasıl fırlattığınızı siz bile anlayamıyorsunuz, son olarak mevcut çukurlara dökülen suyun yine saniyeler içerisinde tıslayarak buhardan mini bir fıskiye oluşturması var ki, aşağıda nelerin döndüğü hayal etmek bile istemiyorsunuz.

"La Ruta Tremesana" ise bambaşka bir deneyim. 16 yaş ve üzerindeki yetişkinlerin katıldığı, engebeli zemin için kapalı yürüyüş ayakkabısının zorunlu olduğu, benim "Ay Turu" diye adlandırdığım bir yürüyüş etabı.
Sonsuzmuş gibi görünen kapkara lav denizinde, doğal afetin, felaketin arkasında bıraktıklarıyla 3 km'lik etabı, 3 saatte, 8 kişilik gruplar halinde ve rehber eşliğinde yürüyorsunuz. Patlamaların ve lav akışının ardından endemik bitkilerin hayata nasıl tutunduklarına şahit oluyorsunuz. Hele bir tünelin içine girerek verdiğimiz mola var ki, sık sık kendimize "aman Allahım biz neredeyiz" dedirtiyor.

Sırada Jameos del Agua var, anlatmak için ne kadar çabalasamda gördüklerim karşısında kelimelerimin kifayetsiz kalacağını çok iyi biliyorum.

Los Jameos del Agua, "Malpais de La Corona" volkanının yaklaşık 3000 yıl önce patlamasının yarattığı volkanik mağara-tünel sisteminin bir parçası. Bu tünel, okyanusa doğru uzanan 7 km.'lik uzunluğu ile Dünya'nın en uzun mağara-tünel sistemi olarak kabul ediliyormuş.
"Jameo" İspanyolca, volkanik mağara yada tünelin çöken çatısının oluşturduğu şekil demekmiş. 7 km'lik tünelin 16 farklı yerinden tavanı çökmüş ve bu çöküntülere ise "Jameos" deniyormuş.
Bu eşsiz jeolojik oluşum, deniz seviyesinin altında olduğundan kayalardan süzülen okyanus suları doğal bir gölet oluşturmuştur.

İçeri girerken tam olarak bizi nelerin beklediğini bilmediğimizden biraz heyecanlıyım.
Önce bizi siyah fonun üzerinde, yeşilin her tonunu görebileceğimiz bir bahçe karşılıyor. Merdivenlerden aşağı indikçe Ender ile birbirimize bakıp tebessüm ediyoruz. Kristal berraklığındaki gölete ulaştığımızda merak içerisinde suya daha yakından bakıyoruz çünkü bu yeraltı göletinde başka bir yerde bulunmayan ve boyları 1-1,5 cm'yi geçmeyen kör, albino yengeçler yaşıyor. Suyun yüzeyindeki yansımalarımızı ve hareket eden krem rengi bozuk paraları seyrederek göleti geçiyoruz.
Cesar Manrique tarafından oluşturulan diğer mekansal eserler gibi Jameos del Agua'da onun imzasını taşıyor. Manrique bu doğal göleti, mağaranın muhteşem akustiğini kullanarak, bazı özel konserlerin verildiği, içinde siyah granitten küçük bir de dans pisti olan, 600 kişilik bir Auditorium haline getirmiş.
Ziyaretçilerin dinlenmesi için, mekanın büyüsünü bozmadan yapılmış cafe-bara gördüklerimizi sindirmek için oturuyoruz. İnsan burada hiç sıkılmadan ve konuşmadan saatlerce oturabilir. Şaşkınız..
Kahvelerimizi içerken 2009 yılında, (bazı sahneleri adanın baş döndürücü güzellikteki bölgelerinde çekilmiş) bir Almodovar filmi olan ve başrolünde Penelope Cruz'un oynadığı, "Los Abrazos Botos" filminin galasının Jameos del Agua'da yapıldığını öğreniyoruz. Galayı bilmem ama bir konsere denk gelmek hoş olurdu doğrusu..
Üst bölümü dolaşmak için yukarı çıktığımızda ise, ilk geldiğimizde bizi karşılayan bahçenin bir benzerini ve benzersiz olduğunu düşündüğümüz havuzu görüyoruz. Öyle bir havuz ki tarifi zor, rüya gibi, sihir gibi, kelimelerin kifayetsiz kalacağını söylemiştim, delirmek üzereyim. Eğer Cesar Manrique "büyü" yapmadıysa bana, zıplamalarımın sebebi sevinç olsa gerek diye düşünüyorum.
Başka türlü bir yer burası, başka türlü..

Bizi daha ne şaşırtabilir ki diyoruz. Cueva de Los Verdes den bihaberiz.
Cueva de Los Verdes'de tıpkı Jameos del Agua gibi La Corona volkanının patlamasının ardından oluşan volkanik mağara-tünel sisteminin bir parçası. Bu sistemin 5,5 km'si deniz seviyesinin üzerinde, kalan 1,5 km'lik kısım ise deniz seviyesinin altında ve Jameos del Agua bu bölümde yer alıyor.
Aslında ada halkı bu mağara ve tünelleri, yıllar sonra turistlerin gözdesi olacağından habersiz 17. yüzyılda korsanlardan ve köle akıncılarından korunmak amaçlı kullanırmış.
1964 yılında ziyarete açılan, 2 km'lik bölümü ışıklandırılarak aydınlatılmış olan, Cueva de Los Verdes'i gruplar halinde ve rehber eşliğinde yaklaşık 1 saatte gezmek mümkün.
Dikey bağlantıları, üst ve alt galerileri (tünelleri), bir kulağımız rehberimizde çoğunlukla iki büklüm ve tek sıra halinde, ağzımız bir karış, sürekli denklanşöre basarak geziyoruz. Yüzeyde oluşan ve (tünelin bir kısmı okyanus sularının altında olduğundan) su sızıntılarından kaynaklanan tuz birikintileri ışık yansımalarının renklerini etkiliyor. Mağaranın tonoz ve duvarlarını süsleyen renk yelpazesi ise insanın aklını başından alıyor.
Dev mağaralar, etkileyici kaya oluşumları ve farklı düzeyde galerileri ile ilginç bir labirentin içinde gibiyiz. Büklüm büklüm geçirdiğimiz yarım saatin sonunda, mağaranın en geniş noktasında, olağanüstü akustiğin değerlendirildiği, küçük bir platformun sahne olarak kullanıldığı, konser zamanlarında var olan konsol piyanoya bir kaç yaylı enstrümanın eşlik ettiği 500 kişilik çok özel bir konser salonundayız. Kendimizi fonda çalan müziğe bırakıyoruz, görsel ve işitsel bir şölenin ortasındayız, keyifliyiz.
Turun sonuna doğru, Cesar Manrique ile ortak projelere de imza atan fahri Lanzarote'li (Soto aslında başka bir Kanarya Adası olan Fuerteventura'lı) sanatçı Jesus Soto tarafından tasarlanan akıllı aydınlatma sistemi ile rehberimiz hepimize küçük dilimizi yutturuyordu.
Rehberimiz bizi alt ve üst tünellerin (galerilerin) olduğu bir yerde durdurup, güvenliğimiz açısından (korkuluğun olmadığı) kenar kısımlara çok yaklaşmamamızı ve bu noktada kameralarımızı ayarlamamızı, asla ama asla flaşlı fotoğraf çekimi yapamayacağımızı söylüyor ve yerden yumruk büyüklüğünde bir taş alıp herkes hazır olduğunda taşı aşağı atması için yanındaki bayana veriyor. Turist bayan taşı attığında ben ellerimle ağzımı kapatıp, hayret nidamı boğmaya çalışıyordum.
Bizim altımızda uzandığını sandığımız alt tünel meğer tünel değilmiş, 30 cm. derinliği olan bir göletmiş. Göletin yüzeyinde ki tavanın kusursuz yansımasını bozan taş, atıldığı noktadan halka halka büyüyerek göletin yüzeyini kırıştırınca neye uğradığımızı şaşırıyoruz, yani tamamen ayna etkisi. Gerçi ben aşağıda ve yukarıda iki ayrı tünel gördüğüme yemin edebilirim:))
Aklına sağlık "Jesus Soto"..

Son olarak adanın kuzeyinde ve 474 metre yükseklikte yer alan "El Mirador del Rio"dayız. Cesar Manrique'nin mimari eserlerinden biri olan Mirador del Rio muhteşem bir manzarasıyla bizi etkiliyor. 25 km²'lik (Timanfaya Milli Parkını yarısı büyüklüğünde) çoğu balıkçı bir kaç yüz kişinin yaşadadığı volkanik bir adacık olan "La Graciosa" manzarasına karşı kahvelerimizi yudumluyoruz, mutluyuz.

Ne yalan söyliyeyim, Fas'tan sonra Lanzarote ilaç gibi geliyor..

Buket
Comments
Vessel Name: istanbul
Vessel Make/Model: van de stadt/norman 40
Hailing Port: istanbul
Crew: buket&ender yüce
About: hayat kısa, kuşlar uçuyor..

istanbul

Who: buket&ender yüce
Port: istanbul